KÜRT Sorunu tabii ki bir Türk Sorunu’dur. Dilimde tüy bitti, tekrarlamayacağım.
Artı, taraflar arasındaki “aidiyet ayrışması”nı belirleyen eksen de “dil meselesi”dir! Kürtçenin kullanım sınırı; coğrafi lehçe farklılığı; hatta milli hareketi omuzlamış bazı militanların dahi tek kelime Mem-û Zîn lisanı konuşmaması ise yukarıdaki özü değiştirmez. Söz konusu dilin pratikteki işlevi, yaygınlığı yahut zenginliği ancak ikincil önem taşır. Tek kıstas onun varlığından, mevcudiyetinden, haberdar olmaktır. Henüz moderniteyle donanmaması Kürtçenin hayatiyetini sıfırlamaz ve sıfırlayamaz!
ÖYLE, zira bir önceki yazımda dediğim gibi, mantıki olmaktan ziyade “fıtri” bir nitelik taşıyan milli ve kavmi sorunlardaki ayrışma her zaman değilse bile çoğu defa lisan ekseninde gerçekleşir. Çünkü dil muazzam geri planıyla birlikte hemen her kimlik aidiyetinin mihenk taşıdır. Nitekim Sünni bir Türkü ve Kürdü farklı kılan nokta, ikisinin de o devasa geri planla birlikte başka bir dil kültürüne ait olduklarını bilmeleri, en azından bunu sezinlemeleridir. Ve işte burada da, çözülmekte olduğu için dört gündür aynı Kürt sorununa oturttuğum Belçika’yla Türkiye’nin ilk oluşum karakterleri arasında kısmi benzerlikler gözlemleniyor. Kasten kısmi diyorum, zira kavmi ve milli meselelerde tıpatıp Siyam ikizleri yoktur.
TAMAMEN suni biçimde kurulmuş Belçika’nın resmi dili daha 1830 Fransızca oldu. Oysa aristokratlar, ruhbanlar, eski merkantil ve yeni sanayi burjuvaları hariç, çiçeği burnundaki ulus-devlet ahalisinin ezici çoğunluğu tek kelime Voltaire lisanı bilmiyordu. Güney kısmen Latinleşmiş bir Cermen lisanı olan Valoncayı; kuzey ise yine Cermen kökenden inen ve Hollanda Felemenkçesinin varyantını oluşturan Flamancayı kullanıyordu. Yani bu açıdan baktığımızda, Ankara resmi dil olarak her hangi bir yabancı lisanı değil de zaten hâkim Türkçeyi seçtiğine göre, Brüksel’le ciddi bir farklılık saptamış oluyoruz. Ama aynı Cumhuriyet’in lehçelere bölünmüş Kürtçeyi “ilkel” (!) addederek onu daha baştan dışladığı ve ulus-devleti “dil birliği” eksenine oturtmak iradesini dayattığı göz önüne alınırsa, bütün bunlar aşağı yukarı bir asır önce Benelüks Krallığı’nda da aynısıyla yaşanmıştı.
ŞÖYLE ki, başta öncü durumdaki liberaller olmak üzere Fransızcayı “etnisite ötesi” bir birleştirici öğe olarak algılayan yönetici sınıflar, söz konusu lisana Valoncadan da uzak düştüğü için esas itibariyle Flamanlardan gelen “dil özgürlüğü” taleplerini daima reddettiler. İlk mazereti de zaten sonsuz hor görülen aynı Flamancanın farklı şiveler barındırması; dolayısıyla komşu köylülerin dahi birbirleriyle anlaşamaması gerekçesi üzerine oturttular. Sonra da bu dilin evrensel ve bilimsel Fransızca yanında “vahşi” kaldığını söylediler. Nitekim bugün dahi Flaman kolektif hafızası, Fransızca komut veren subayları anlayamadıkları için 1. Harp cephelerinde pisipisine ölmüş neferlerin hatırasıyla doludur. Yahut hâkimin, savcının, hatta avukatın bile ne söylediğinden haberdar olmadıkları için kellesi giyotin altına gitmiş masumlar aynı hafızaya birer efsane olarak kazınmıştır. Yani izafiliğe rağmen şunu söyleyebiliriz: “Alavere dalavere, Kürt Mehmet nöbete” mantığından General Muğlalı’nın “33 kurşun” katliamına veya Kürtçe tabela isteminden anadil eğitimi talebine, Türkiye yukarıdakilerin benzerlerini Belçika’dan yüz yıl sonra yaşadı. Zaten o Belçika’da da ilk Flaman anadil üniversitesi 1830’dan yine yüz yıl sonra açıldı.
FAKAT işte görüyoruz ki nihayetinde açılıyor. Eninde sonunda da açılacak. “Kavmi aidiyet” talebinin özünü oluşturan “dil sorunu”ndan kaçış yok ve olmuyor. Dolayısıyla benzerliklerin artık derhal biteceğini ve ders çıkartacak Türkiye’nin bugün Belçika’da yaşananları yine bir yüz yıl sonra tekrarlamayacağını ümit ve temenni edelim!