ÜÇ gündür, açık açık bölünmekte, en azından çözülmekte olan Belçika’yı işliyorum.
Bu Avrupai emsalle Kürt sorunu arasında hem ortaklık, hem de farklılık arıyorum. Çünkü ikisi de “milli mesele”ye, daha derininde ise “kavmi mesele”ye giriyorlar.
İNSAN fıtratıyla bütünleştiklerinden bu konularda illâ rasyonel mantıkçılık aranamaz. Aritmetik hesaplar, gelir endeksleri, üretim istatistikleri, ileriye dönük iktisadi ve siyasi projeksiyonlar falan, bunlar aidiyet dürtüsünde ancak belirli bir yere kadar etkili olurlar. Çoğu defa, en nihayetinde “kan ve toprak” içgüdüsü hepsine ağır basar. Biliyorum, Nazi pratiğinden sonra böyle bir ifade tehlike çağrıştırıyor. Eh, n’apim? Zira o “kan ve toprak” formülü yukarıdaki “fıtri” güdünün ta kendisini yansıtıyor. Riyakâr bir “siyaseten doğruculuk”la gerçeği gizlemek de çözüme götürmüyor. Nitekim hem Belçika’daki Flaman, hem de Türkiye’deki Kürt sorunları dönüp dolaşıp ve binbir teorinin arkasına saklanıp yine aynı “kan ve toprak” algılamasına düğümleniyorlar. Dolayısıyla ilkinin Yaşlı Kıta batısındaki bir refah toplumunda, ikincinin ise doğudaki bir orta halli toplumunda patlak vermesi nüanslara, hatta çelişkilere rağmen özü değiştirmiyor. O halde tarihten başlamak ve her şeyden önce de şunu saptamak gerekiyor:
“BELÇİKALI” kelimesi tamamen sunîdir. Etno?sosyolojik hiçbir gerçekliği yoktur. Halbuki her kavim gibi onlara da başkaları tarafından verilmiş olsa bile “Türk” ve “Kürt” sıfatları etnik ve kültürel bir aidiyetin tarih içinde yerleşmiş tanımlarıdır. O halde demek ki, “kan” olarak bir Belçikalılık mevcut değildir. Ama aksine, Türklük ve Kürtlük vardır ve olmuştur. Benelüks krallığıyla ülkemiz arasındaki ilk ayrılık buradadır. Oysa “toprak” olarak Belçika deyimi çok eskilere, Roma İmparatorluğu’na uzanıyor.
ORAYA uzanıyor ama sözcüğün mucidi Julius Sezar bununla herhangi bir kabile ya da halkı tanımlamamıştı. Emperyal ufukla baktığı için etnik farklılıkları hesaba katmıyordu. “Belgae” derken, aşağı yukarı bugünkü Kuzey Fransa, Batı Ren yakası, Frizya güneyi ve Manş Denizi arasında kalan coğrafyanın insanlarını bir bütün olarak kastediyordu. Bu sahada da Cermen asıllı Flaman ve Valonlar yaşıyordu. İkinciler sonra Latinleşti. Hiçbiri de asla Belçikalı olmadılar. Dini iman bir yana, ya kan bağını taşıdıkları kavmin, ya da site merkantilizmi bölgede doğduğu için oturdukları şehrin adını kullandılar. Gent’teki dokumacı kendini önce Katolik, sonra “Gent’li”, sonra da Flaman; Namur’deki celep ise yine önce Katolik, sonra “Namür’lü”, daha sonra da Vallon hissediyordu. Tamamen yapay biçimde ve entrika sonucu inşa edilen modern ulus-devletin kelimeyi metazori dayattığı 1830 yılına dek lügatte “Belçikalı” diye bir kavram yer almıyordu.
BELKİ biz de burada Yakup Kadri’nin Kurtuluş Savaşı anılarına atıfta bulunabiliriz. Yani istisnalar hariç Türklerin kendilerine “Türk”, Kürtlerin de “Kürt” demediklerini vurgulayıp, Belçika’yla Cumhuriyet arifesindeki Anadolu arasında paralellik arayabiliriz. Fakat yanılırız! Yanılırız, çünkü o 1923 Cumhuriyeti dini anlamda bile olsa yine de “millet” kelimesini kullanan çok etnisiteli bir imparatorluğun doğal uzantısını oluşturuyordu. Oysa “efendilik”ten gelmeyen 1830 Belçika’sı daima farklı imparatorlukların ancak eyaleti olmuş bir sosyal coğrafyada inşa ve idame ettirilmeye çalışıldı. Dolayısıyla Osmanlı devletindeki hâkim unsurun Türk olduğu varsayılıyorsa, zaten böyle bir devlete sahip olmadığı için ne Flaman, ne de Valon hâkimiyetinden söz edilebilirdi. Fakat doğru, iki ulus-devletin inşasıyla birlikte yine her ikisi de “fıtrî” olan Kürt ve Flaman “milli meseleleri” başka ortaklık ve benzerliklerle donandı ki, cumartesi işleyeceğim.