Paylaş
Benim bir tane Babam vardı o da sekiz yıl önce Hak'kın rahmetine kavuştu. Zürriyetinden indiğim başka er kişi yok.
Yeni Cami önünde güvercin yemi satan ak sakallı ihtiyarı hariç tutarsak, Tophane bitirimi ağzıyla ‘‘baba’’ diye çağırdığım herhangi bir kimse de yok.
Siyaset ve sosyoloji literatüründe ‘‘baba’’ diye sıfatlandırdığım bir şahıs ise hiç, ama hiç yok. Olmayacak da... Lügatime asla girmeyecek de...
Çünkü ben reşit bir bireyim. Freud'ün ‘‘Eudipus kompleksi’’ni aştım.
Zaten Allaha şükür, demokrasi kültürüm ‘‘baba’’ peşinde koşan toplum katmanlarının vahim ve derin ruhi travmalar yaşadığını bilecek kadar gelişkin.
Dolayısıyla, her ne kadar ortaokul ilk sınıftan itibaren hayatımda mevcut olduğu için o inanılmaz geniş zaman sürecinde kendi öz Babamla rekabet etse dahi, Süleyman Demirel benim ‘‘babam’’ falan değil.
Şu anda Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı'nı yürüten eski bir siyasetçi.
O kadar...
Nokta, satırbaşı...
* * *
ANCAK, benim Demirel'i ‘‘baba’’ olarak kabul etmemem ve de asla etmeyecek olmam, kendisinin son olarak ortaya attığı başkanlık sistemi tartışmasını es geçeceğim anlamına gelmiyor. Sorunun üzerinde ciddiyetle durmak gerekiyor.
Velev ki, bir bölüm gözlemcinin çok haklı olarak vurguladığı gibi, ‘Baba’’ nın demecinin ardında esas olarak ‘‘Büyükbabalık’’ özlemleri yatsa bile...
Eğer varsa, bana göre, Cumhurbaşkanı'nın bu hesabı tali bir değer taşıyor.
Ben olaya pragmatik yaklaşmaya çalışıyorum. Şöyle ki:
Tükenmiş sisteme çıkış arayışında bir alternatif olarak da başkanlık mekanizmasını önermiş olan bir dizi namuslu insan sırtlarını dayadıkları egemen güç olmadığı için bugüne dek ‘‘derin devlet’’ tarafından metazori susturulurken, şu ya da bu niyetle dahi olsa konuyu şimdi bizzat Çankaya'da oturan şahsiyetin tekrar gündeme getirmesini öz itibariyle olumlu bir şeydir.
Tartışma boyutlandığı takdirde, Demirel'in ayrıcalıklı konumundan dolayı aynı ‘‘derin devlet’’ bu kez biraz daha ‘‘geniş’’ davranmak zorunda kalabilir.
Böylesine bir gelişme ise ülkemiz demokrasisi açısından hayırlı olacaktır.
* * *
AYRIYETEN, Türkiye'nin yaşadığı müdaheleci ve Jakobenist ortamda başkanlık sistemi münazarasının en son gündeme gelebileceği savına katılamıyorum.
Objektif durumu inkar ettiğimden değil... Tabii ki kör değilim.
Ama yukarıda belirttiğim gibi, bizzat Demirel'in statüsünden ötürü sistem ve başkanlık yapılanması tartışmalarının her şeye rağmen sürdürülebileceğini; söz konusu tartışmaların getireceği siyasi ve entellektüel dinamiğin de mevcut kıskacı aşmaya hizmet edebileceğini düşünüyorum. En azından bunu umuyorum.
Açıkçası, ben Süleyman Demirel'i şahsıma baba kabul etmesem bile, O'nun travmatik kitleler nezdindeki ‘‘babalığının’’ ve kendisinin ‘‘büyükbabalık’’ hesaplarının nesnel avantaja dönüştürülebileceği varsayımından yola çıkıyorum.
* * *
ÖTE yandan, bu konuda Demirel'le ilkede hemfikirim, başkanlık sistemini savunuyorum. Daha doğrusu, Fransa türü yarı-başkanlık sistemini benimsiyorum.
Reşit bir birey olarak siyaset mekanizmasındaki başkana ‘‘evet’’, ama yine reşit bir birey olarak toplumsal kompleksteki ‘‘baba’’ya ‘‘hayır’’ diyorum.
Fakat ‘‘Başkan Baba’’ sözünü tahayyül dahi etmek istemiyorum.
Yarın neden yarı-başkanlık sistemini savunduğum konusunu işleyeceğim.
Paylaş