Paylaş
“Mukaddes Gözbebeği Hanımımız” kilisesinin çanı saati haber verdi.
Madeni tınılar şehrin güneşli kış sükunetinde uzun müddet yankılandı.
Sınırın öte yakasında ismi “Maas” değil “Meuse” diye telaffuz edilen ırmağı da aştı.
Hatta muhtemelen Belçika tarafındaki tek engebeye, yani tepeden hem nehri ve kanalı, hem de Hollanda ve Almanya’yı denetleyen Eben-Emael kalesinin eski tabyalarına bile ulaştı.
Hemingway’in İspanya İç Savaşı’ndaki “çanlar kimin çalıyor” sorusu hatırladım.
Acaba bu çanlar da İberya’dan hemen sonraki 2. Savaş’ta o betonu muhkim, neferi kof kaleyi 10 Mayıs 1940 sabahı üfürükle zapteden Nazi paraşütçülerin kurbanları için mi çaldı?
NEYSE, Belçika kurmayının şapşallığını geçelim, klisede hareketlenme olmuyor.
Garson ikinci kahveyi getirdi. Sarınmış sarmalanmış vaziyette tam karşıdaki terasta oturuyoruz. Pejmürde eldivenlerini ovuşturan bitirim dilenciden başka kimse görünmüyor.
Soğuktan titriyor ve sadaka isteyeceği Hristiyanların çıkması için sabırsızlanıyor.
Sonra bazen belli belirsiz, Bach’ın “Sanctus”ü olduğunu sandığım musiki işitiliyor.
Garip, zira bu ilâhi Mesih’in doğumuna ithaf edilmiştir. Oysa Noel geçeli hayli oldu.
Her halükarda belli ki ya ayin hâlâ devam ediyor; ya da bitmek üzeredir ve cemaat mukaddes ekmeği dağıtacak pederin önünde sıraya girmeye hazırlanıyor.
MAASTRİCH’teyiz. Cumartesi akşam üzeri varmıştık, pazar ikindiye doğru ayrıldık.
Hani çoğumuzun adını şu meşhur AB Sözleşmesi’yle öğrendiği küçük Hollanda şehri vardır ya, yılbaşı vesilesiyle Avrupa’da gittiğimizde bir geceliğine işte oraya da uğramıştık.
Zaten burası her zaman ve kelimenin her anlamıyla “derin Avrupa” olmuştur.
Gerek Cermenlerin artık Latinleşen Franklardan ayrıldığı eksen, gerekse de bizzat aynı Cermenlerin Alaman ve Felemenk olarak ayrıştığı hat tarih boyunca bu havaliden geçmiştir.
Almanya-Hollanda-Belçika ortak sınırından az aşağısı Lüksemburg ve Fransa’ya iner.
Yani çok daha güneydeki İtalya’yı hariç tutarsak, bugünkü birleşik Avrupa’nın kurucusu altı devletten beşi topu topu yüz kilometrelik bir saha içinde buluşurlar.
Yukarıdaki satıh ise söz konusu “Avrupa” kelimesini daha Ortaçağ’da ve kısmen de modern anlamda kullanmış olan Karlman İmparatorluğu coğrafyasının kalbine tekabül eder.
Uzattım, şimdi tekrar “Mukaddes Gözbebeği Hanımımız” Kilisesi’ne geleyim.
ASLINDA benim kiliselerle aram yoktur. En muhteşemlerini bile metazori gezerim.
Oysa haniyse bebektim ve daha camiye adım atmamıştım ki, ilk ayak bastığım mabet Hristo’nun vaftiz töreni için ailece gidilen Ayastefanos, yani Yeşilköy Rum Kilisesi olmuştu.
Sonra yine vaftiz, cenaze veya katedral ziyareti, haçlı minber önünden çok geçtim.
Fakat buna rağmen Protestanlarınki hariç İsevî ibadethanelerden içeri zoraki girerim. Tabii ki zındıklık korkusundan falan değil! Allah’ın evleri arasında tercih ne haddime!
Sorun bana çok ağır gelen mum ve tütsü kokusundan kaynaklanıyor. Kaldıramıyorum.
Protestanlarda bu adet yaygınlık arzetmediği için de onlarınkinde genzim daralmıyor.
Tamam ama ister Luther’ci, ister Calvin’ci olsun oraların sadeliği de pek sıkıcıdır!
Bunların hiçbiri, hemen hepsi ilâhi bir huşu çağrıştıran ve hem sanatı kutsal kılan, hem de bizzat kutsalı sanat yapan Katolik veya Ortodoks mabetlerin eline su dökemezler.
İmdii, Felemenk Protestanlığına rağmen Maastricht’te Katolikliğe sadık kalmış olan ve ayini henüz bitmeyen şu “Mukaddes Gözbebeği Hanımımız” kilisesi de acaba öyle mi?
Hafta içinde daha “ciddi” (!) yazacağımdan cevabı gelecek cumartesi bırakıyorum.
Fakat o vakit, bu defa ibadet ritüellerine dair yine “ciddi” (!) birkaç şey söyleyeceğim.
Paylaş