KARPUZ kavun mevsimi geldi miydi, Feneryolu İstasyonu'ndan Dalyan'a ayrılan ve bizim ‘‘kör hat’’ dediğimiz şimendifer dönemecine Hüseyin Efendi'nin sergisi kurulurdu.
Muhteşem palabıyıklarıyla çok sempatik bir insan olan Hüseyin Efendi Malatyalı'ydı.
Ortalama haftada bir, topatanı ve kırkağacıyla babam meyvaları seçer, sonra da bunları Hüseyin Efendi'nin oğlu Özcan'ın seyyar arabasıyla eve yollardı.
Karpuzlar ve kavunlar asla kabak çıkmadığından da, dilimler tabağa yerleştiğinde ebeveynlerimin ‘‘bizim kızılbaş, bostanın erbabıdır’’ diye konuşması adetten sayılırdı.
*
ONLARA neden ‘‘kızılbaş’’ dendiği sorusunu sorduğumu hatırlamıyorum.
Bu ‘‘kızılbaşlık’’la Alevilik arasında ilişki kurmak ise aklımdan geçmedi.
Zaten, zahir İstanbul çocuğu olduğumdan, o Aleviliğe dair ne bilgim, ne de ilgim vardı
Alevilere sempati duymam, hafiften boy atıp kendimi ‘‘sol’’ (!) addetmemle başlar.
Kopil bir velet olarak TİP Kadıköy ilçesinde ‘‘militanlığa’’ soyunduğumda, bazı amele kahvelerinin Alevi, dolayısıyla da ‘‘bizden’’ olduğu söylenirdi. Nedeni hakkında düşünmedim.
Fakat bazı akşamlar karpuz sergisine kaçamak yapar; gören tanıdıklar ebeveynlerime ‘‘maşallah, galiba sizinkisi kavuncu olacak’’ ispiyonlamasını yapmasın diye meyva yığının arkasına saklanır; sonra da, yaşıtım Özcan'dan lüks lambası ışığında saz dinler oldum.
Vakit ‘‘baltasını biledi, biledi, biledi’’ diye anırmak dönemi ya, sever gözükürdüm.
Her halükarda, Alevilik hakkında derli toplu bilgi edinmem çok, çok sonralara uzanır.
Bu uzun parantezi kapatıp, pazar günü için biraz ciddi kaçacak sadede geleyim...
*
BELLİ ki organize bir şey, çünkü ben o makaleyi yazalı üç hafta oldu ama elektronik posta kutuma hala ve hala protesto, küfür ve tehdit mektubu yağıyor. Bir bölüm Aleviden...
13 Şubat'ta ‘‘Amerika, Amerika’’ başlığını attığım ve ‘‘W’’ rumuzlu George Bush'un politikasından nefret etmeme rağmen ABD'yi sevdiğimi söylediğim makaleden dolayı.
‘‘Suç’’um (!) şu ki, satırlar arasında, fi tarihinin bir türkücüsünden ‘‘saz taciri’’ diye bahsetmişim ve onun ‘‘Amarika, Amarika’’ deyişini ‘‘hanzo şivesi’’ diye yorumlamışım.
Bundan dolayı, bendenizin ne ‘‘Sünni yobazlığı’’, ne ‘‘Amerikan uşaklığı’’ kaldı.
Fesüphanallah, güler misin, ağlar mısın?
*
BEN kuru gürültüye pabuç bırakıp tükürdüğünü yalayanlardan değilim ve dolayısıyla, en önce, yazıya şimdi derhal ikinci bir imza çaktığımı söyleyeyim. Sonra da, ilkin güldüğümü.
Evet gülüyorum, çünkü eğer söz konusu ‘‘protestolar’’ (!) gelmeseydi, doğrusu ben o müteveffa türkücünün adını hiç öğrenemeyecektim. Zaten makalede de isim ve cisim yoktu.
Ayrıca, adamcağızın Alevi kimlik taşıdığını değil bilmek, mezhep ve meşrebini düşünmek aklımın kenarından ve köşesinden dahi geçmemişti. Bana ne ve kel alaka!
Kaldı ki, bütün bunları bilseydim dahi satırlarımda hiçbir şey değişmeyecekti.
Evet, eğer ‘‘Amerika’’nın ‘‘e’’si ‘‘a’’ yapılıp ‘‘Amarika’’ diye terennüm ediliyor ve fail anlamındaki ‘‘katil’’de ‘‘a’’ uzatılmayıp vukuat tanımındaki gibi kısa ‘‘a’’yla söyleniyorsa, ister Sünni, ister Vahabi, ister Alevi olsun, ben buna İstanbul argosuyla ‘‘hanzo lehçesi’’ derim.
O dönem pıtrak gibi biten ‘‘solcu aşıklar’’ göz önüne alınırsa da, ‘‘saz taciri’’ derim.
Nokta, satırbaşı, paragraf ve de tabii, bıyık altında güldükten sonra aslında ağlıyorum.
*
EVET ağlıyorum, çünkü hadi bu satırlar yazarının daima tüm azınlıklara bilhassa kol kanat germesi ve hal ve oluş tarzından dolayı da Aleviliğe genel sempatiyle bakması bir yana, makalenin içinde miniminnacık çağrışımı dahi olmayan bir mezhebi aidiyetin cımbızla çekilerek organize bir ‘‘feverana yol açması’’, hangi akla ve hafsalaya sığabilir?
Tekrarlıyorum, adını ve kimliğini bilsem, bir nebzeye kadar yüreğim yanmaycak...
Bu durum, Alevilerin ‘‘karşı tarafta’’ (!) ve yerden göğe kadar haklı olarak eleştirdiği hoşgörüsüzlüğün ve fanatizmin iç bünyede ve aynı oranda vahim izdüşümüne tekabül ediyor.
Tamam anladık belki ‘‘azınlık psikolojisi’’ falan ama, bir yere, bir raddeye kadar...
‘‘Marksist’’, dolayısıyla materyalist olmak iddiasındaki gencecik çocukların başlarına metafizik ve ilkel bir Kerbela dövünmesinden kurdela sarıp ‘‘ölüm orucuna’’ yatması; sonra da pisipisine ‘‘ahiret’’e gitmesi, ‘‘oto-martirizasyon’’ denilen bağnazlığın tezahürü değil mi?
Mazideki ezilmişlik, özünde yine bunu onaylayan yöntemlerle aşılabilir mi?
*
KENDİ hesabıma, ‘‘azınlık ruhiyat’’ı denilen şeyi iyi bildiğimden ve iyi anladığımdan, üstelik de ‘‘çoğunluk’’ mensubiyetini taşıdığımdan, kimlikleri ne olursa olsun, o azınlıkları sahiplenmeyi hep ahlaki bir dürtü ve insani görev addettim. Addediyorum ve addedeceğim.
Hatta bunu biraz ‘‘kayırma’’ veya ‘‘pozitif ayırımcılık’’ diye bile tanımlayabiliriz.
Ancak, nasıl ki Yahudi düşmanı yaftası yapıştırılır endişesiyle Şaron'u eleştirmekten kaçınmadım, ama o tiksindiğim antisemitizme karşı mücadeleden de asla taviz vermedim; aynı şekilde, ‘‘aman bana Alevi düşmanı Sünni yobaz mı derler’’ kaygısıyla, ‘‘Amarika Amarika’’ ilkelliğini terennüm türkücüyü yazımda geçirmekten korkmam ve korkmayacağım.
Tersi, Yahudilikte, Alevilikte, şunda bunda vücut bulan hümanizmaya ihanet olurdu.
Ve evet, ‘‘azınlık’’ kimlikli insanları övmek de, sövmek de hakkımdır! Onlar da beni!
Fakat, tek ve mutlak bir şart koymak kaydıyla:
İrade dışı yaşadığımız ve zamana ve mekana göre kimimizi kah ‘‘çoğunluk’’, kah ‘‘azınlık’’ kılan dini, mezhebi, lisani ya da ırki aidiyetler asla ana rotayı belirleyemez.
Fikri, siyasi, felsefi ayrılık veya ortaklıklar daima temel ekseni oluşturmalıdır.
Dolayısıyla, eğer ben hanzo lehçesiyle ‘‘Amarika, Amarika’’ demiş türkücüye zaten bilmediğim bir Alevi kimliğinden dolayı laf atmışsam, o halde bana gerçekten yuh olsun.
Ancaaak, bununla asla ilgisi olmamasına ve kendi açımdan hiç kıymet-i harbiye ifade etmemesine rağmen benim ‘‘çoğunluk’’ kimliğim suçlanıyorsa, yahu bre erenler, destur!