Onlar ülkemizde 8,5 milyon gibi inanılmaz bir nüfusa sahip ama her açıdan mağdur durumdalar ve insan onuruna yaraşır bir yaşam için mücadele veriyorlar.
Eğitimde, sağlıkta, sosyal güvencede ve haklarda, toplu taşıma ve konutlarda, kentsel planlamada ‘yok’ kabul ediliyorlar. Sanki onları görmek istemiyor, onları yaşamın kıyısına itmek istiyoruz! Sakat doğmayı veya sakat olmayı onlar istemedi; ülkemizin olumsuz yaşam koşulları ya da ihmaller yarattı bunu. Ya da hadi şanssızlık diyelim, yumuşatarak.
Bugün yok saydığımız sakatların yüzde 98’i işsiz, yüzde 96’sı eğitimsiz durumda. Bilgiye ve gitmek istedikleri yerlere erişebilmelerinin önünde hep engeller var. Toplumumuzda sakatları hor görme eğilimi var. Sanki bu onların suçuymuş gibi... Biz sağlıklılar için en kolayı, belki de onları görmezden gelmektir. Oysa yurdumuzdaki inanılmaz trafik terörü, sağlık sistemimizdeki düzelmeyen sorunlar ve hatalar her an, her birimizi aynı konuma getirebilir kolaylıkla.
Bu öykünün yazarı bir zamanlar bizim gibi ‘sağlam’ ve sıradan biriydi. Bir gün engelli olacağı aklının ucundan bile geçmiyordu. Pek çoğumuz yaşamışızdır. Başımıza gelecek bir felaketi, çok büyük bir üzüntüyü, bir acıyı, günler hatta aylar öncesinden hissederiz sanki. Yüreğimizi bir sıkıntı kaplar. Gözümüzün önünde, kovmaya çalıştığımız hayaller belirir...
1 Temmuz 1998 Bakırköy’deyim, kalabalık, sıcak, bunalmışım, bir yerlere yetişmem lazım, insan yığınları arasından kendime yol açmaya çalışıyorum.
Derken bir ses işitiyorum, sanki kavga eden birileri var gibi. Aldırmadan geçiyorum, bir iki adım ilerliyorum, sonra birden bir şeylerin ayrımına varıyorum. Adamın biri bas bas bağırıyor -burası normal- ama acayip olan bir şey var: O insan kalabalığında hiçbir duraksama yok.
Nasıl olur!
Neden insanlar kavgayı izlemek için durmamış? Oysa biz sokak kavgalarını izlemeye bayılırız. Neden insanlar görmezlikten geliyor? Yavaşlıyorum, merakla sesin geldiği yere kafamı çeviriyorum. Gelip geçenlerin arasından bağıran o adamı görmeye çalışıyorum.
Derken görüyorum: Tekerlekli sandalyede, 25-30 yaşlarında, esmer, yakışıklı bir adammış bağıran. Sandalyesini iten, kan ter içinde kalmış, annesi olduğunu sandığım kadına bağırıyor. İçim cız ediyor, kızıyorum; ama kadına mı, adama mı! Hatırlamıyorum...
*
2 Eylül 1998
Havaalanındayım; ağır bir ortopedik ameliyatın ardından dinlenmek üzere bize gelen teyzemi karşılayacağım. Teyzemi yolcu salonundan arabaya kadar götürmek için görevlilerden tekerlekli sandalye alıyorum. Sonra beklemeye başlıyorum.
Uçak biraz gecikiyor, sıkılıyorum. Salon kalabalıklaşmaya başlıyor. Yaşlı bir teyzenin ayakta durduğunu görünce yerimi ona vermek için kalkıyorum. Sonra yanımdaki tekerlekli sandalyeye oturmak için bir hamle yapıyorum.
Bir anda ürperiyorum! Bakırköy’de tekerlekli sandalyede annesine bağıran adam geliyor birden aklıma. O sandalyedeki benmişim gibi hissediyorum. Oturmaktan vazgeçiyorum.
Yanımdaki sandalyeye korkuyla bakıyorum. Kaderin, sandalye ile beni ikinci kez yan yana getirdiğini düşünüyorum. Oysa o güne kadar tekerlekli sandalyeli hiç anım yok. Ne sandalyeli birisini gördüğümü, ne de böyle bir sandalyeye dokunduğumu hatırlıyorum. Düşünmemeye çalışıyorum; öyle ya ‘ ne alakası var ki!’ Ama olmuyor, ‘sanki insanlar beni görmezden geliyor!’
Korkuyorum!..
*
Aradan günler, haftalar hatta aylar geçiyor. En alakasız zamanlarda dahi bu iki olay aklıma geliyor.
Hani çocukluğumuza dair bir iki görüntü kalır ya hafızamızda... Hani yüz yaşına gelsek de aklımızdan çıkmaz... Hani torunlarımıza; ‘biz çocukken...’le başlayan hikayeler anlatırken hep o görüntüleri hatırlarız ya... Öyle bir şey.
Yaşadığım bu iki olay da hafızamda öyle yer etmiş ki. Nerdeyse her gün, sandalyede oturan adamı, arkasında üzüntü ve sabırla onu iten annesini ve havaalanında hissettiğim o korkuyu hatırlıyordum.
Ta ki o güne kadar.
*
O gün, 12 Mayıs 1999. Ankara’dayım, mutluyum, umutluyum, yürekliyim.
... Ameliyat masasındayım, hemşire bir şeyler soruyor, gülüyorum, ‘Sizi bir kere öpebilir miyim?’ diyorum hemşireye. Herkes gülüyor, ama o öptürmüyor.
... Yoğun bakımdayım, sürekli narkoz veriyorlar, arada uyandığımda hep aynı şeyi hatırlıyorum: Tekerlekli sandalyede oturan adamı, arkasında üzüntü ve sabırla onu iten annesini ve sonra da havaalanında hissettiğim korkuyu.