Onurlu bir yoksulluğun öyküsü

Maddi imkansızlığın bir milyondan fazla aileyi açlık sınırında yaşattığı şu günlerde hálá yoksul olmayı bir onur meselesi yapıp kimseye aç olduğunu bile hissettirmeyen insanlar var.

İşte bu da onurlu bir yoksulluğun öyküsü. Belki de birçoklarımızın anılarında benzeri yaşanmış bir ayakkabı öyküsü...

Haftalar önce bir cumartesi, köşenizde, tek bacaklı bir çocuk ve beğendiği spor ayakkabı ile ilgili bir yazınız vardı. Olağanüstü bir hikayeydi. Beni yıllar öncesine, tam anlamıyla güzelliklerini yaşayamadığım çocukluk yıllarıma götürmüştü. Ben de size kendi ayakkabı hikayemi yazmaya karar verdim:

Yıl 1955. Ben 5.5, erkek kardeşim 4.5 yaşında. Annem 25, babam 35 yaşında. Babam, sağlık teknisyeni Cerrahpaşa’da çalışıyor. Şehremini semtinde, iki göz ahşap bir evde oturuyoruz. O sırada Maltepe’nin sırtlarındaki sıra dağların ormanlık alanında bir sanatoryumun inşaatı bitiyor. Babamın bu sanatoryuma tayini çıkıyor ve Maltepe’ye göç ediyoruz. Evimiz, nohut oda, bakla sofa, düz ayak bir ev. Şimdiki E5 otoyolunun hemen dibinde. Çevremiz alabildiğine tarla. Üzerinde tek tük evler, meyva ağaçları, çiçekler, böcekler, kuşlar, köpekler, kediler, hasılı tabiat bütün güzelliği ile etrafımızda. Kışın öyle bir ayaz olur öyle bir kar yağardı ki sokak kapımızı açamaz olurduk.

Sevgi dolu saygı dolu gururlu bir aileydik. Babamın memur maaşı ile gül gibi geçiniyorduk. Yıl 1958. Ama bu mutluluk çok kısa sürdü. Evimizin babası hastanede virüs kaptı. O yıllarda ülkemizde henüz sosyal sigorta güvencesi yoktu. Ama hastane yönetimi çalışkan ve işine aşık babamı 3 ay hastanede ücretsiz tedavi etti. Babam kurtuldu ve tekrar çalışmaya başladı.

Gece gündüz çalıştılar

Yıl 1959, memur maaşlı, orta halli güzel ailenin yuvasına kara bulutlar çöktü. Babam ikinci defa tüberküloza yakalandı. Bu sefer hastane yönetimi babamın işine son verdi. Çünkü hálá sosyal güvence yoktu. Ama, hastane yönetimi o kadar vicdanlıydı ki babamı evde tedavi etmeye başladılar. Tüm ilaçlarını, kontrollerini hiç para almadan üstlendiler. Evimizdeki tedavi bir yıl sürdü ve sonunda babam iyileşti. Ama, artık uzun, çok uzun bir süre çalışmaması gerekiyordu. Ama, yaşamak için para kazanmak da gerekiyordu. Karı koca evde, kesekağıdı yapmaya başladılar. Bakkallara, manavlara, semt pazarlarına satıyorlardı. Karı-koca omuz omuza, gece gündüz çalışıyorlardı. Memuriyet hayatından sonra, çok zor geçecek yıllar böylece başlamış oldu. Bu o zor yılların başında yaşadığım ayakkabı hikayem işte:

Yıl 1958 Eylül ayı, iki kardeş okula başladık. Annem, elimizden tutup, beni 1-B sınıfına, kardeşimi 1-A sınıfına bıraktı. Babam, yanımızda yoktu. Çünkü sanatoryumda yatıyordu. Okula ilk başladığımız günü; siyah önlük beyaz yaka takmış bizi göremedi. Bizler de kıyafetlerimizle onu hastaneye ziyarete gidemedik, çünkü çocuklar alınmıyordu.

Sanıyorum ilkokul 3. sınıftaydık. Demek ki yıl 1960, mevsimlerden sonbahar. Çok zor şartlarda yaşıyoruz. Yoksullaşmıştık, ailelerden yardım alamıyoruz. Kış başladı, yağmurlar, fırtınalar hiç bitmiyor. Bizim iki kardeş, ayaklarımızda hálá naylon ayakkabılar var. Parmak üstü ve arkası açık yandan çıtçıtlı. Yazın iyiydi de kışın ayacıklarımız donardı. Ayaklarımız üşümesin diye annem; önce ayaklarımızı gazete kağıdı ile sarar, sonra üzerine kendi ördüğü yün çorapları giydirirdi. Yağmur yağdığı zaman, ıslak ayaklarla okulda günümüzü geçirirdik. Öğleden sonra eve geldiğimizde de eğer sobamız yanıyorsa sobada; yanmıyorsa gaz ocağının üzerinde kuruturduk. Çok zaman, hem sobamız hem de gaz ocağımızın yanmadığı da olurdu.

İşte böyle günlerden birinde; dersin ortasında, bir görevli, bir kucak siyah ayakkabı ile sınıfa giriverdi. Öğretmenimizin masasının üzerine bıraktı, bir şeyler söyleyip gitti. Bu arada sınıfımızda bizim gibi yoksul birkaç öğrenci daha vardı. Öğretmenim bu öğrencilerden birini yanına çağırıp, bu ayakkabılardan bir çiftini verdi. O zaman anladım ki, bu ayakkabılar fakir öğrenciler için... Ben de - boyum uzun olduğu için arka sırada oturuyordum- hemen sıranın altına girdim, öğretmenin beni görmemesi için. Ayakkabılar tek tek dağıtıldıktan sonra sıramın altından çıktım.

Öğretmen de derse devam etti. Paydos zili çaldı, bütün sınıf boşalmaya başladı, tam sınıftan çıkacağım; öğretmenim beni çağırdı: "Sana ödev vereceğim bekle" dedi. Sınıf boşaldıktan sonra, yan sınıfta okuyan kardeşim ve onun öğretmeni de benim sınıfıma geldiler. Biz iki kardeş; iki öğretmenimizle baş başa kaldık. Benim öğretmenim bana; kardeşimin öğretmeni kardeşime siyah bağcıklı ayakkabıları uzattılar. İki kardeş ağız birliği etmişçesine ve gözlerimiz dolu dolu "Biz fakir değiliz ki öğretmenim" dedik. Ve ağlamaya başladık.

Büyüklük yaptılar

Öğretmenlerimiz bize sarıldılar. Ayağımızdaki ıslak naylon ayakkabıları çıkarıp ıslak çoraplarımızı gürül gürül yanan sobada kuruttular, siyah bağcıklı ayakkabıları giydirdiler.

Meğer bizim sınıfta ayakkabılar dağılırken; kardeşimin sınıfında da ayakkabı dağıtımı varmış ve kardeşim de sıranın altına girmiş. Şu öğretmenlerimizin büyüklüğüne bakın, bizleri sıranın altından çağırıp ayakkabıları vererek onurumuzu kırmak yerine, sınıf boşaldıktan sonra ayakkabıları bize giydirdiler. Kim bilir hangi bölgelerimizde hálá böyle gururlu fakir çocuklar var. Eminim bu yazıdan, milyonlarca yetişkin, kendi çocukluğunu hatırlayacaktır.

RUMUZ: FADİK KIZ

Lütfen kapınızın önüne bir kap su koyun

Sevgili Güzin Hanım; rica etsek herkese ulaşan köşenizde bir yazı yayınlar, herkese seslenir misiniz?.. "Sıcaklığın 40 derece olduğu şu günlerde sokaklarda kuşlar, kediler, köpekler susuz ve aç. Bir yoğurt kabına ya da 5 litrelik pet şişenin dibini keserek içine koyacağımız su onların hayatını kurtaracaktır. Tabii artık yemekleriniz de varsa ne mutlu..."
Yazarın Tüm Yazıları