O kadar güzel öyküler gönderiyorsunuz ki bana, size minnettarım. İsimlerini pek sık duymamış olsanız da, gerçek yazarların, gerçek şairlerin öyküleri bunlar. Kısaltmaya kıyamıyorum ama zorunluyum. Biliyorsunuz yerim dar.Hayvan dostu okurlarımdan Sevgili Lale Halimoğlu tarafından gönderilen bu öykü de, gerçek bir yazardan, S. Erarslan’dan. Tam da Kurban Bayramı haftasına denk geldi. Bakın, İstanbul nasıl da ürkütüyor artık insanı. İzleyin, küçük canlar, nasıl da yürekten bağlanıyor kuzucuklarına. Öykünün satır aralarında o kadar çok anlam gizli ki. Bugünkü safariden de sağ salim kurtulabilmiş yabani bir hayvan gibi atıyorum her akşam 18.05’te kendimi eve. Şehir, peşimi bırakmayan bir sürek avı misali takipte. Bit Pazarı’nı ve her iki yanı da antikacı dükkanlarıyla sıralı Cevrişen Meydanı’nı bir solukta koşarak geçiyorum. Sandal Çıkmazı Sokağı’nın başında biraz güç toplamak adetimdir. Zira dik bir yokuş ve ben bu çıkmaz sokağın en yukarısındaki apartmana kadar hızla çıkıyorum. Şehir, peşimde... Anahtarla birlikte giriyorum sanki evimin kilidinden içeri. Kapımı beni takip eden mahir avcılar kulübünün suratına kapatarak, kendimi bu akşamüstü de kurtardığıma şükrediyorum. İçerideyim...Önce postumu çıkarıp asıyorum askıya. Sonra hemen, antreye bakan köşeye bodoslamadan yanaşmış mutfağıma doğru bir koşu. Elimde sımsıkı tuttuğum çocukluğumu tezgaha bırakıyorum; kırmızı akide şekerleri. Hacı Muhiddin şekercisinden. Ağzınızda erirken eski bayram sabahlarını hatırlatan hafif bir karanfil ateşi dağlar ya dilinizi, işte onlardan.Benim sevgili mutfağım. Kaptanı, tayfası, çımacısı ve zabiti ile, hepsi benden ibaret tek kişilik bir mürettebatız. İçeri kimseyi almıyoruz. Kız Gemisi bu. Ofis ve o iç karartıcı günlük bürokrasi, yesin dursun kendini. Giremezler, nafile. Mutfağımdaki gizem, beni aniden bir uzak yol kaptanına çeviriveriyor, o silik daktilo kızdan eser kalmıyor geriye.Sürekli fişe takılı duran küçük radyomun ağzındaki kemendi çözüveriyorum. Radyo, yurttan sesler korosunun hiç bitmeyen dingin tınılarıyla kaldığı yerden söylenmeye başlıyor hemen. Aspiratör bozuk olduğu için yine çok terlemiş bizim Kız Gemisi. Ocağın ardındaki pencereyi aralıyorum. Üstümü çıkarmadan çaydanlığı ocağa koyuyorum. Rengi alevden yalazlanarak iyice esmerleşmiş bu tombul kadın birazdan kıvama gelerek fıkırdamaya başlar.Birazdan kendim olacağım. Rüzgarım gemimin yelkenlerini tümden dolduracak. Nohut kadar küçük ve tıkız oysa mutfağım. Olsun, bana ait olması, bütün duvarlarını yedi arşın genişletiveriyor gözümde.NUH’UN GEMİSİ GELMİYORHer fırsatta gezmeyi ve dışarı çıkmayı bekleyen rahmetli Handan Teyzem geliyor aklıma. Hiç evlenmedi ve ölene kadar dayımlarla yaşadı. Dayımın ona verebildiği yegane umut: ‘Dışarıyı bilmiyorsun sen Handan! Bilsen insan evinde ne kadar huzurlu ve rahat.’ Oysa ne istiyor ki zavallı Handan? Kuzeninin düğününe gitmek belki veya uzak yeğenlerden birinin taziyesi, ev oturması, hayırlı olsun ziyareti...Pencerenin tülünü aralayarak, rüzgarı kementlerinden koyuveriyorum içeri. İşte o an pencerenin ardından onları görüyorum. Mutfak camının baktığı küçük otoparktalar. Otoparkın sütunlarından birine bağlanmış minik bir kuzu ve hemen yanı başında yere çömelmiş ve ağladığı, yüzünü mendiline kapamasından belli olan, küçük bir oğlan çocuğu. Handan Teyzemin masum ruhu omuzlarıma konarak, ‘Bak’ diye fısıldıyor, ‘Nuh’un Gemisini bekliyorlar ama o bir türlü gelmiyor.’ İçimin bütün halatlarını atıyorum bu çocuğa ve kuzuya. Kuzu tir tir bacaklarıyla burada ne aradığını soruyor. Çocuk, tir tir gözleriyle belli ki annesini özlüyor. Kalbim tir tir yalnızlığıyla, göğüslerimdeki kanı, süte çeviriyor. ‘Yavrum bugün günlerden ne?’ diye sesleniyorum acemice sokağın karşısına. Çocuk, kafasını kaldırmadan, ‘Yarın, bayram teyze’ diye cevap veriyor. ‘Teyze mi’ diye soruyor içimde kıpraşan itirazlar.Mendilini avucunda büzüp, ardına uzatıyor kolunu; kadındır, ağladığımı bilmemeli diye delikanlılık raconuna yatırıyor kendini: ‘Benim adım İsmail.’ ‘Çay içer misin İsmail?’ İstemem manasında kafasını yukarı iterken aynı anda kibrit çakma sesi gibi ‘çıkk’ ediyor İsmail. ‘Çıkk.’ Bu kibrit, yüzünü ve hikayesini aydınlatıveriyor.Dokuz yaşında bir ceylan henüz İsmail. Yedi ay olmuş anası öleli. Emmisinin yanına getirmişler köyden. Uzun Mehmet İlköğretim Okulu üçüncü sınıf öğrencisiymiş. Sabahçı. Öğleden sonraları otoparkın ayak işlerine bakıyor. Asıl işi, Sümbül’e göz kulak olmak. Sümbül: Kurbanlık Koç. Tepesindeki tabelada öyle yazıyor ama İsmail gibi o da kuzu. Ne yazık ki otoparka giren arabalara bir türlü alışamadığı için, sürekli dışarı kaçmak istiyor Sümbül. Zavallı Sümbül. Zavallı Handan. Dışarı çıkmak istiyorlar.BU KUZU ÖLECEK BİRAZDANBoynundan uzunca bir urganla bağlı Sümbül otoparkın orta sütununa. Arabaların sesinden korktukça koşar. Koştukça boynundaki urgan biraz daha sarılır sütuna. Sümbül debelendikçe ipi kısalır, Sümbül meledikçe otoparkın dev ayağına iyice dolanır. İsmail yetişmese imdadına, belki Sümbül çoktan asardı kendini şehrin göbeğinde. Bir kuzu ağlıyor. Bir kuzu ölecek birazdan. Şehrin kulağında demirden tıpalar. Şehir duyamaz ki ne Handan’ı, ne İsmail’i, ne Sümbül’ü, ne de benim gemimi.Kulaklarına takılı beyaz kolalı kurdelelerle Sümbül’ü sanırsın ki ilkokul çocuğu. Sanki ağzından tutup kireç kuyusuna sokup çıkarmışlar Sümbül’ü. Tüyleri bembeyaz ağarmış, bir ağzında kalmış pembesi. İsmail oturduğu ve bir nokta gibi büzüşerek tortop olduğu yerde, mendilinin içine ağlıyor. Say ki, mendili kadar yer tutuyor anca kainatta. ‘Yarın bayram ya’ diyor İsmail. ‘Götüreceklermiş Sümbül’ü.’