Niye güzel kardeşim?
“Bizde öyle bir şey olmaz, bu bağımsız müşahitler kim bilir nedir, kimlerdendir, böyle gruplara ne gerek var? Tasvip etmiyoruz çünkü... Ee... Ülkemiz demokratik, hatasız ve düzgün seçim yapmasıyla yıllardır örnek olmuştur” diyorlar. Ama bak hükümet ne diyor:
“Tabii biz seçim güvenliği için sandıkları taşıma ve herhangi bir şaibede artık vatandaşların da polise haber vermesinin önünü açma gibi önlemler aldık!” Demek ki bir güvensizlik olduğu, bir denetim gerektiği aşikâr!
Bir alavere dalavere, sandık başı zorbalık, diretme, hırsızlık, bırak hepsini en masumundan hata yapma ihtimali her zaman mümkün! Demek ki ne kadar çok şahit, o kadar şeffaflık.
Her bölgede, her partide, her sandık başında çürük elmalar bulunabilir! “Senin müşahidin benim müşahidim” işine girmeyelim, üzerinde şüpheden eser olmayan mükemmel bir seçim yapalım! Madem seçimlerimiz örnek, o zaman daha da eşsiz bir örnek olsun. Sonra da kimse “Seçilen şu şaibeyle seçildi, aslında o kadar oyu yoktu” diyemesin. “Vatandaş böyle istedi, demek ki tercih bu” diye düşünsün, sevinçli olmasa bile en azından içi rahat etsin.
Kapısına kilit ve alarm takan herkes bütün mahalleden şüphelenmediği gibi, bütün mahalle sakinleri de şaibe altında kalmaz. Hatta birbirinden nefret eden komşular için bile böyledir. Sevmediği birinin evine hırsız girdiğinde, “Geçmiş olsun” deyip korku ve tedirginlik duygusunu paylaşır, detayları öğrenmeye çalışır. Ve misal bir grup genç tutup “Biz polise ve alarmlara ek olarak köşe başlarına güvenlik kameraları koyacağız, herhangi bir olayda kimdir nedir ortaya çıksın” dediğinde de “Koyamazsın, sen kimsin, ne gerek var, kimin adamısın” denmez! Teşekkür edilir.
Niye? Hepimiz aynı gemideyiz de ondan!
Ve evet, bana kalsa oy verilen her mekâna, oy kabini dışında her yeri çeken bir ses kayıtlı kamera koyarım! Yüzde yüz şeffaflık, oooh çiçek gibi!
Kaç yaşına kadar yaşayacaksınız? Muhtemelen babanızdan biraz daha, dedenizden çok çok daha uzun zaman!
E güzel haber tabii. Çoğumuz 90’ı, 100’ü, hatta 110’u bazılarımız belki 120’yi göreceğiz.
Peki biz 60 yaşlarında ve hâlâ çakı gibi sağlıklıyken, önümüzde 40-50 yıl daha varken, dünya nasıl olacak? O ana kadar öğrendiklerimiz, eğitimimiz, tecrübemiz bir işe yarayacak mı?
Emeklilik kaç yıl sürecek?
Veya şöyle diyelim: Bizim kuşakta ve daha gençlerde hayatın neredeyse yarısı emeklilik olarak mı geçecek?
Devletler, bireysel emeklilik şirketleri, sigortacılar kara kara düşünmekteler. Bu evde oturup, emekli maaşı alıp televizyon seyreden “gençlerle” nasıl uğraşacaklar?
Evde oturmasalar, çalışkan, gayretli insanlar olsalar bile, ne iş yapacaklar?
İçinde bulunduğumuz seçim döneminde bütün partilerin bu konuya uyanması ve geleceğimizin en sonunda gündem olmasını alkışlıyorum. Şu da konuşulsun:
Bir günde 4.55’lerden 4.66’lara çıktı.
Uzun zamandır siyasi görüşe, ekonomik duruma veya bakış açısına göre tartışılan şey şu:
Kimisi diyor ki: “Ben neyi dolarla Euro’yla alıyorum ki, bana ne?”
Kimisi de diyor ki: “Her şeyimizin ama her şeyimizin girdisi dövizle sen neden bahsediyorsun?”
Boğaziçi’nden ancak 5 yılda mezun olabilmiş oldukça vasat bir ekonomist, yani bendenizin gözüyle, orta halli bir ailenin bütçesinde dolar artışının etkisini incelemeye çalışacağım bugün:
Diyelim ki aylık geliriniz gayet fıstık gibi bir 3500 TL.
Kozyatağı’nda oturuyorsunuz, işyeriniz Kâğıthane’de. Kiradasınız ama otomobiliniz var. 2 de çocuğunuz. Asla yabancı mal kullanmıyorsunuz, giyimde, gıdada, hatta deterjanda bile ince eleyip sık dokuyup sadece ve sadece yerli malı alıyorsunuz.
Mutlusunuz ve geleceğe ümitle bakıyorsunuz. Son 1 senede bu saadet dolu dünyanızda tee dünyanın öteki tarafının parası olan dolar yüzünden ne değişmiş olabilir?
Her yıl 15 Mayıs tarihinde bu “felaket”, Filistinliler tarafından yürüyüşler veya protestolarla hatırlanır.
Pazartesi günü için Gazze’de 1 milyon kişilik bir yürüyüşe hazırlanılıyordu.
Derken Amerikan Başkanı Trump ani bir hamleyle, kısa süre önce aldığı “Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma” kararından sonra ABD büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınmasının organizasyonunu başlattı.
Pazartesi günü Trump’ın kızı ve damadının neşeli katılımları ve Leonard Cohen’den şarkılar eşliğinde Kudüs’teki ABD büyükelçiliği açılırken, Netanyahu dev bir gülümsemeyle, “Bu fevkalade şanlı bir gün” diye konuşmasına başlarken...
Gazze‘de durumu protesto etmek için lastik yakan Filistinlilere İsrail askerleri tarafından ateş açıldı! Gerçek mermilerle! 60 kişi hayatını kaybetti, aralarında çocuklar var. 2 binden fazla kişi kurşunlarla yaralı!
Görünüşe bakılırsa Filistin’in acısı bitmedi, Nekbe’nin 70. yıldönümü, adeta başka bir ‘Nekbe’ye sahne oldu!
Sosyal medyada “Filistin yalnız değildir” mealinde başlıklar, etiketler açılıyor ama kusura bakmayın Filistin kanımca o kadar yalnız ki!
Hele Arap dünyasının gözünü kapatma ve miskinlik konusunda üstüne yok! Batı kamuoyu ve devlet yetkililerinden gelen tepkiler bile daha etkili.
Harari 1600, hatta 1700’lere kadar Ortadoğu, Asya ve Çin’e oranla ekonomik olarak mikroskobik ve ilkel bir bölgeyken, Asya dünya ekonomisinin yüzde 80’i demekken, Avrupa nasıl bugünkü Avrupa oldu sorusuna cevap arayan ilginç şeyler anlatıyor.“1750 hatta 1800 civarına kadar, Avrupalılarla Asya ve Çin arasında teknolojik açıdan önemli bir fark yoktu” diyor ve ekliyor:“Ama Avrupa büyük potansiyel yaratmıştı. Ve bu potansiyel aslında teknoloji değil, ‘zihniyet’ farkıyla ilgiliydi.”
Verdiği şu örnek ilginçtir: “İngiltere demiryolu yapmaya başladığında Fransa, Almanya ve Amerika derhal onu takip etti. Ama mesela Çin geride kaldı. Hatta önce yaptıkları kısa demiryolunu, sonra kendileri yıktılar!”
Peki endüstri konusunda Avrupa ülkeleri hatta Rusya birbirini çarçabuk takip ederken İran, Mısır ve Osmanlı İmparatorluğu niye yapmadı?
Yazar burada cevabı şöyle veriyor: “Çin ve Ortadoğu’nun değerleri, adalet sistemleri ve sosyo-politik yapıları bu değişime ayak uydurmak için uygun değildi.”
Bilim ve Avrupa emperyalizminin bağlantısının ve aslında Avrupa’yı Avrupa yapan şeyin, Avrupalı bilim adamı ve kâşiflerin keşfetmek ve fethetmek konusundaki iştahı ve bunun temelinin de “Kendi cehaletlerini itiraf etmek” olduğunu anlatıyor!
Zira evet, elbette vahşi Avrupa sömürgeciliğinin savunulacak bir tarafı yok ama, o dönemde Avrupalıların sömürge haline getirdiği bölgelerin çoğundaki insanlar dünyayı kendilerinden ibaret sanıyorlar! Başka bir kıta, hatta ileride sömürgeciler tarafından yakılıp yıkılmış farklı bir ada olduğunun, sıranın kendilerine geldiğinin bile farkında değiller!
Aslında o feci sömürgecilik, Avrupa’yı bugünkü haline getiren harikulade bilim devrimiyle el ele gidiyor. Ve zamanında bu sömürgecilerle karşılaştırılmayacak bir emperyalizm tanımıyla, daha insani değerlerle halklarını yönetmiş Roma İmparatorluğu, Osmanlı, Çin imparatorluklarıyla Avrupa’nın temel farkı da cahilliğini kabul etme, keşfetme, araştırma zihniyeti. Mesela coğrafyanın gelişmesi, bu konudaki seyahat ve çalışmalar, harita denemeleri, Avrupa kalkınmasının ilk adımını başlatıyor.
Avrupalı sömürgeciler büyük bir saldırganlıkla gittikleri bölgelerdeki insanları öldürüyor, doğal kaynaklara el koyuyorlar. Ama o esnada modern zamanlarda ders alacağımız başka bir şey de yapıyorlar: Gittikleri o ilkel bölgelerden, merakları sayesinde yine bilgi edinerek dönüyorlar!
2014’te görme engelli sporcumuz Öznur Yılmazer Avrupa Atletizm Şampiyonası’nda 100, 200 ve 400 metrede 3 altın madalya aldı. Şampiyonada 3 birincilik alan ilk atlet olarak tarihe geçti!
2016 yılında Nur Tatar Askari tekvandoda Rio Olimpiyat oyunlarında bronz madalya aldı! Ondan önce Londra’da Yaz Olimpiyatları’ndan da altın madalyayla dönmüştü.
2017’de Yasemin Adar Paris’te Dünya Güreş Şampiyonası’nda 75 kiloda dünya şampiyonu oldu!
Yine 2017’de Avrupa Eskrim Şampiyonası’nda kadın kılıç takımımız Avrupa şampiyonu oldu! 94 yıllık eskrim tarihimizde bir ilktir.
Yani bu aralar gazeteci olmak bir yönden berbat, öte yandan müthiş. Tuhaf bir dönem! Neyse ki ve maalesef tam olarak gazeteci sayılmam. Jet Sosyete’nin hayali karakterleriyle, kendi küçük lüks ve neşeli dertleriyle uğraşıp, haftada 2 gün 14 saat sette oynayıp, kalan günler evde 110 sayfa senaryo yazmak feci yıpratıcı ve imkânsıza yakın bir çalışma temposu olsa da, memleket meseleleriyle daha az ilgilendiğim için bazen bu sisteme müteşekkir hissediyorum!
Bugünkü bomba erken seçim haberi. Bahçeli, “Memleketin iyiliği ve geleceği için bunu 26 Ağustos’ta yapalım” diye manşeti verdi.
Fakat son yıllarda kanımca ‘bizim büyük çaresizliğimiz’ olan güven sorunları yine devreye girdi.
Bu tarih acaba İYİ Parti seçime giremesin diye seçilmiş bir tarih miydi? İYİ Parti’nin kongresinden en az 6 ay geçmesi lazımken, 26 Ağustos’ta bu süre dolmadığı için bu Akşener aleyhine yapılmış kurnazca bir plan mıydı? İYİ Parti açıklama yapıp, “Hayır biz 6 ayı zaten 22 Haziran’da dolduruyoruz, sıkıntı yok” dedi ve umarım şimdilik bu konu kapandı.
Öte yandan 26 Ağustos’un uzun bayram tatilinin son gününe denk gelmesi hemen geçmiş yıllarda yaşanan tartışmaları alevlendirdi: “Tatile kıyılara gidecek seçmen şehirlere dönemesin, oy veremesin diye mi bu tarih seçildi?” Aslına bakarsanız sadece kıyılara gidecek Bodrum’cu, Çeşme’ci kesim değil, köylere akraba ziyaretine gidecekler de erken rezervasyonla ekonomik bir tatil planlamış orta gelirli de o pazar sabahı erkenden yaşadığı şehirde olamayabilir. Olmaya çalışsa da o hafta sonu aşırı talepten trende, uçakta, otobüste yer bulamayabilir, otomobiliyle gittiyse trafikte çile çekebilir. Tatili erken bitirip 2-3 gün önce dönmeye karar verse, bu da turizm sektörüne büyük yıkım olmaz mı? Kanımca 26 Ağustos yanlış tarihtir, bu pratik sebeplerden bir hafta sonraya ertelense dev bir kayıp yaşamayız.
Ama bizim esas sıkıntımız başka.
‘Seçim’ kelimesi dillendirildiği günden beri oy pusulasında kimin amblemi niye daha büyük oluyor, hangi sırayla pusulaya yerleştirilecek, mühürsüz pusulalar geçerli mi sayılacak, seçim güvenliği nasıl sağlanacak, neden polis çağırma yetkisi vatandaşa da verildi, amaç ne, neden aynı apartmanda oturanlar farklı sandıklara dağıtılıyor, bu işlerde ne gibi bityenikleri var bunlar konuşuluyor.
Seçmen listesinde birileri kaybolur, bir oy çuvalı kaybolur, biraz vakit kaybolur, hatta Türk Lirası’nın değeri kaybolur... Vallahi bunlar çözülür. Ama maalesef biz birbirimize güvenimizi kaybettik!
Tamam dışişleri bakanlığı hoş bir pozisyon, büyük prestiji var, sürekli seyahat ediyorsun filan. E ben de 2 yabancı dil bilen prezantabl, iktisat okumuş, dolayısıyla mecburi uluslararası ilişkiler dersleri filan almış bir insanım. Biliyorum biçilmiş kaftan olduğumu düşünüyorsunuz, illa benim dışişleri bakanı olmam için yatırlara bez bağlıyorsunuz filan, ama kusura bakmayın canlarım, olmaz. Birincisi, diziyi bırakamam. İkincisi, yahu dünya, tarihinin diplomasi ve uluslararası dengeler açısından en karışık döneminde!
Ben öncelikle bunu buradan protesto ediyorum!
Hâlâ mini etek giyebildiğim şu tazecik yaşıma kadar niye 2 soğuk savaş birden gördüm ben arkadaş?
Sıcak savaştan iyidir, buna da şükret diyeceksiniz ki haklısınız. Ama içinde bulunduğumuz, şu yazının yazıldığı saatlerde o konunun da bir garantisi yok yani!
Dünyanın iki büyük gücünün liderlerinin Putin ve Trump gibi karakterler, yani bir akşam yemeğinde kime önce servis yapıldı konusundan bile yumruk yumruğa gelmesi gayet muhtemel ‘iki fevri ve ani karar veren beyefendi’ (ne kadar kibarım, tam bir dışişleri bakanı!) olduğunu da düşününce... Kabadayı şahıslar bunlar biraz. Soğukkanlı, üç düşünüp bir konuşan insanlar diyemeyiz, malum. Dillerinin kemiği yok. Yabancı ülke liderleri onlar için çok önemli değilse itip kakmayı da seviyorlar. Hem mecazi hem fiziksel anlamda. Ve şimdi, hep birlikte eski soğuk savaşın bir üst sürümüyle karşı karşıyayız. Ancak bu defa liderler daha çılgın, daha hesapsız, daha spontane! Bilgisayar oyunu olsaydı ekranın önünden ayrılamazdım. Ne yazık ki oyun değil, gezegenimizin reel durumu! Onun için haber kanallarının önünden ayrılamıyorum.
En azından eski soğuk savaşta taraflar da daha netti değil mi efendim? Eskiden her konuda bir tertip, düzen vardı, ondan herhalde. Hatta “Ah nerede o eski soğuk savaşlar”a kadar gider bu iş! Hangi ülke kimin tarafında belliydi, birkaç ülke tarafsız durmaya çalışıyordu, bu kadar. Bak o zaman dışişleri bakanlığı daha kolay olabilirdi.
Şimdi ise hikâye tam kaos. Yorumcular, siyaset bilimciler, savaş teorisyenleri, eski askerler sabahtan akşama kadar televizyonda kim kimin tarafında, ne oluyor, neler yaşanacak, çözmeye çalışıyorlar ve istisnasız bütün hararetli tartışmalar “Hakkımızda hayırlı olsun, barış olsun, huzur olsun” filan diye bitiyor. E onu demeyi komşu teyze de biliyor abilerim?
Hayır bir de savaş meydanı olarak seçilen mekân da bize komşu ülke ya, o da kötü bak. Orası iyice karışırsa, bir bu kadar insan daha savaştan kaçıp bizim memlekete gelirse filan, buralarda neler olur, umarım birileri konuyla ilgili plan program yapıyordur.