Paylaş
Christopher Nolan’ın Tenet hayal kırıklığının ardından çektiği dev bütçeli epik biyografi Oppenheimer ve Greta Gerwig’in senaryosunu yönetmen sevgilisi Noah Baumbach’la birlikte yazıp yönettiği Barbie’nin aynı anda gösterime gireceği açıklanınca interneti “Barbienheimer” fırtınası sardı. Birbirinden oldukça farklı bu iki filmin aynı anda dünya seyircisiyle buluşacak olması epey büyük bir fırtına kopardı.
Dünya tarihinin gidişatı değiştiren olayları anlatan, savaş ve ölümle örülü ciddi bir biyografiyle popüler kültürün en büyük sembollerinden biri olan Barbie bebeği ete kemiğe büründüren fantastik bir maceranın gişede buluşup çarpışacak olması özellikle sosyal medyada aylarca konuşulan bir olay haline geldi. Daha da konuşulacağa benzer… Gelelim filmlere.
ÖLÜMÜN TA KENDİSİ OLAN ADAM OPPENHEIMER
Christopher Nolan, yazdığı ve yönettiği filmlerle hem gişede büyük başarılar kazanmış hem seyircisinin hem de (çoğu zaman) eleştirmenlerin gönlünü kazanmış bir yönetmen. Following (1998), Memento (2000), Insomnia (2002) ile nispeten daha “bağımsız” bir kimlikle başladığı yönetmenli serüvenini Batman Begins (2005), The Prestige (2006), The Dark Knight (2008), Inception (2010), The Dark Knight Rises (2012), Interstellar (2014), Dunkirk (2017) ve Tenet (2020) gibi büyük bütçeli stüdyo filmleriyle sürdüren Nolan büyük bir yönetmen, tartışmasız. Ancak büyük projelere devam ettikçe bu büyüklüğün sihrine kapıldığı da daha gözle görülür hale gelmiş durumda
Atom bombasının mucidi olarak tanınan ABD’li fizikçi J. Robert Oppenheimer’ın hayatından kesitleri anlattığı son projesi Oppenheimer’ı, Kai Bird ve Martin J. Sherwin tarafından yazılmış 2005 tarihli American Prometheus kitabından uyarlamış. Çağının en zeki ve yetenekli bilim insanlarından biri olan Oppenheimer, ABD’nin Naziler’den önce bir atom bombası yapabilmek için alelacele giriştiği bir projenin, Manhattan Projesi’nin başına geçiyor. Üstelik komünist fikirlere sahip olmasına, partiyle ve partililerle bağ kurmasına rağmen. Oppenheimer etrafına birlikte çalıştığı bilim insanlarını topluyor, Los Alamos’ta sırf bu uğurda inşa edilen dev kasabaya kapanıp 2 yıl uğraştıktan sonra dünyayı büyük bir yıkıma ve bambaşka bir çağa sürükleyecek atom bombasını yapıyorlar.
NOLAN’IN İMZASI HALİNE GELEN HİKÂYE KURGUSU OPPENHEIMER’DA DA KARŞIMIZA ÇIKIYOR
Film Oppenheimer’ın proje öncesi yaşantısına kısaca göz atıp sonra bombanın yapılışına ve sonrasında yaşananlara bakıyor. 1930’ların sonunda başlayan ve 1950’lerin sonuna dek uzanan olaylar iki ana eksende ilerliyor, daha doğrusu iki ayrı zaman ekseninde anlatılıyor: Oppenheimer’ın Rus daha doğrusu Sovyet ajanı olduğu şüphesiyle sorgulanması ve ona bu suçlamayı (çaktırmadan) yönelten politikacı Lewis Strauss’un kabineye girip ticaret bakanı olmaya çalışırken Oppenheimer’ın onun ayağına dolandığı senato oturumu.
Nolan daha önce de sıkça başvurduğu bu birbirinin içine geçen anlatıyı 3 saatlik uzun filmini daha hareketli kılmak ve seyircinin ilgisini anlattığı hikâyenin üzerinde tutabilmek için yapıyor. Bunda başarılı olduğunu da söyleyebiliriz. Aslında konumuz tüm bu şüpheler, sorgular, çekişmeler ve bilimin siyasetle kafa kafaya toslaşmasıyla ne kadar ilgiliyse kahramanımız Oppenheimer’ın icadıyla yüzleşmesi, duyduğu ya da en azından duyduğunu umduğumuz vicdan azabıyla o kadar ilgili.
Ancak Oppenheimer’la, atom bombasını yaratıp Hiroşima ve Nagazaki’de sayısız insanın ölmesinin sorumlusu olmasıyla ve sonradan kendisinin de parçası olmaktan pişman olacağı büyük bir nükleer silahlanma yarışını başlatmasıyla daha ilgili olmasını beklediğimiz film en az bunlarla ilgileniyor ve en çok da bu konuda sınıfta kalıyor maalesef. Yaşananları Oppenheimer’ın zihninin içinden geçerek görmek filmi daha iyi aktarılmış hale getirebilirdi. Sadece “Ben ölümün kendisi oldum” cümlesini ikilemek bu çapta bir yıkımın altında kalan adamı; gerçek Oppenheimer’ı bize göstermeye yetmiyor.
Teknik anlamda kusuru değil birçok üstünlüğü olan bu filmin daha geleneksel bir biyografik anlatıma sahip olması seyirciyi filme, filmi de seyirciye daha yakın kılabilirdi. Üstelik filmin bir tane başına bir tane de sonuna yerleştirilen ve kâğıt üzerinde “akıllıca” görünen gizemli, oyuncaklı “twist”ler filmin lehine değil aleyhine işliyor. Burada yine geri-ileri gidişlerle iç içe geçen hikâye kurgusu, Nolan’ın bu sürprizlerle istediği etkiyi yaratamamasına sebep oluyor.
BU GERÇEKTEN BİR OPPENHEIMER FİLMİ Mİ?
Çok uzun yıllar hakkında pek bir şey bilmediğimiz, bildiklerimizin de manipüle edilmiş bilgilerle sınırlı kaldığı Oppenheimer gibi bir figürü anlatan film olumsuzluklarına rağmen ilgiyle izleniyor; 3 saatlik uzun süresini de klimalı sinema salonu sayesinde tolere etmek kolaylaşıyor.
Oppenheimer rolünde Cillian Murphy şapka çıkarılacak bir performans göstermiş (Buraya yine zihnine girebilseydik bu katmanlı oyunculuğun çok daha ileri taşınabileceği şerhini düşmüş olalım). Lewis Strauss rolünde Robert Downey Jr. da Murphy’den sonra filmin en öne çıkan performansını vermiş. İki oyuncu da Oscar adaylığı alacaktır. Yine de keşke Oppenheimer’la ilgili son sözü söyleyenin, nihai kararı verip onunla ilgili en açık tahlili yapanın Lewis Strauss olmamasını dilerdim. Robert Downey Jr. bu sahnede ne kadar “döktürmüş” olursa olsun…
BARBIE’DEN FEMİNİST FİLM ÇIKAR MI?
Aylardır yeri göğü pembeye boyayan agresif tanıtım çalışmaları yüzünden birçok kişinin daha filmi izlemeden filmle ilgili olumsuz bir algıya kapılması normal. Yine yıldızlar geçidi gibi bir kadro var karşımızda; Barbie bebek canlansaydı nasıl bir olurdu diye düşündüğümüzde aklımıza gelen ilk isimlerden biri olan Margot Robbie başrolde, komedi performansı merak uyandıran ancak bir Ken kadar kusursuz olmadığı ve bu yüzden de role yakışmayacağı düşünülen Ryan Gosling de filmin yapım aşamasından beri bir soru işareti akıllarda…
Oysa yönetmen koltuğunda hem oyunculuğu hem de yönetmenliğiyle kendini kanıtlamış, bağımsız sinemanın “prensesi” Greta Gerwig var. Üstelik senaryoyu da yine bir başka bağımsız sinema “canavarı” partneri Noah Baumbach’la birlikte yazmışlar. Bu ortaklıktan ve güçlü oyuncu kadrosundan bir feminist manifesto çıkarmak mümkün mü? Filmin ne dediğine bakmak lazım elbette. Ancak ardındaki dev stüdyoyu ve jenerikteki “Mattel Sunar!” ibaresini unutmadan (Evet, Barbie bebekleri üreten ve satan şirket).
Barbie bebeklerin kanlı canlı insanlar olduğu, gerçek dünyanın bilmediği bir yerde; Barbie diyarında yaşayan Barbie… Üretilen ilk Barbie olan yani sarı saçlı, mavi gözlü, tek bir kusuru olmayan, ideal vücut hatlarına sahip, topuklu ayakkabılar ve türlü türlü göz alıcı elbiseler giyen Barbie’miz. Ve ona aşık, hep yanında olmak isteyen, Barbie’siz bir hayat hakkında hiçbir fikri olmayan Ken’imiz. Şirketin yıllar boyu oldukça haklı bir şekilde yönelen eleştirileri hesaba katarak yarattığı farklı ırklardan, farklı beden ölçülerine sahip ve aklınıza gelebilecek her türlü mesleği başarıyla sürdüren Barbie’ler ve Ken’lerle dolu pespembe bir dünyada yaşıyorlar.
DÜNYALAR ÇARPIŞINCA…
Bu yapay ve plastik hayal dünyası bir gün Barbie ölüm düşüncelerine kapılıp idealliğini kaybetmeye başlayınca altüst oluyor. Barbie, bu sorunu anlamak ve çözebilmek için tek yolun gerçek dünyaya yani bizim içinde yaşadığımız dünyaya gelmek olduğunu öğreniyor ve yolculuk başlıyor. Barbie ve Ken, gerçek dünyanın kendi dünyaları gibi ideal olmadığını öğrenince de başlıyor macera! Anaerkil, daha doğrusu Barbie egemen pembe dünya, gerçeğin “griliğiyle” toslaştığında ortaya hem komik hem de acıklı (komik bir acılık bu elbette) durumlar çıkıyor.
Filmin yarattığı dünya inanılmaz; yapım tasarımı, Barbie diyarı için yaratılan dünya, sanat yönetimi, kostümler, müzikler, film için yazılan şarkılar, iki saat boyunca birkaç yer dışında aksamayan tempo şahane. Filmin feminist anlatıyı ve erkek egemen dünyamızı ters yüz ederken yaptığı şakalar ve popüler kültüre göndermeler çok yerli yerinde. Sinema bir “eğlencelik” ise şayet Barbie bunun şahikası denebilir.
FİLMİN İKİNCİ YARISI TAM BİR “KEN” ŞOVU!
İlk yarıda Barbie’ler ve onların dünyasını tanıyor, ikinci yarıdaysa bu dünyanın gerçek dünyayla çakışınca yaşananlara tanık oluyoruz. Burada devreye Ken yani Ryan Gosling giriyor ve film deyim yerindeyse boyut atılıyor. Ryan Gosling’in muhteşem performansıyla birlikte ataerkil düzenin (ve ikiyüzlülüğünün) ipliğinin pazara çıktığı yerlerde film gerçekten de tadına doyulmaz bir seyirlik ortaya koyuyor. Finalde daha bir denge tutturmaya çalışan, uzlaşmacı ve daha kör göze parmak bir tercih yapılmış. Filmin genel yapısına uymayan bu tutum göze batıyor.
Gelelim başta sorduğumuz soruya… Film bize ne diyor? Dediğini yapıyor mu? Bu bir Warner Bros filmi. Barbie, ne kadar bu stüdyo filmi klişesinin bir parçası değilim demeye çalışsa da bu düzenden azade değil. Evet Barbie bebekler ve temsil ettikleriyle sorunlarımız var; film de bunları ortaya koyup kâh eleştirip kâh eleştirdiği şeyin ta kendisi olabiliyor kimi yerde. Ama filmi de bize Mattel sunuyor zaten. Düzeni eleştirirken o düzenden kopamayan, kimi anlarda kendiyle çelişen bir film var karşımızda.
KEYİFLİ BİR SEYİRLİK
Oysa zaten bu filmin bir feminist manifesto olma iddiası yok. Greta Gerwig, önceki filmlerindekine benzer bir “coming of age” yani bir büyüme hikâyesi anlatıyor adeta. Bu “büyüyen”, dönüşen ve başkalaşan da bir Barbie bebek. Bu temayı popüler kültürün en has “evladı” Barbie üzerinden kurduğu fantastik dünyanın içinden bakarak izlemek bunaltıcı yaz sıcaklarında serin bir akşam esintisi gibi geliyor bünyeye.
Barbie, son yılların en ilginç ve eğlenceli filmlerinden biri. Ve sonlarına kadar kendini ciddiye almamayı başaran bir film olmayı da başarıyor. Böylelikle de izleyicisine vaat ettiği şeyleri hakkıyla veriyor. Popüler kültüre, bu kültürün el verdiği / verebileceği ölçüde dokunuyor / dokunduruyor, alt metni de böyle dev bir stüdyonun izin verebileceği ölçüde güçlü. Çok kurcalamak yerine izleyip, gülüp eğlenip yaşattığı serinlik hissine tutunmak evladır diye düşünüyorum naçizane.
Paylaş