Paylaş
Ece Temelkuran’ın yıllar evvel bir dergiye hakkımda yazdığı yazı gibi uyandım o gün. “Gonca” demişti Ece, “gülün bir anıdır”. O an dedim o sabah. O an bu andır. Bunu adaya gelenler, yaşayanlar kadar bilir. Eylül fırtınasına az bir zaman kalmıştı. Yıldız Koyu’nda dalmış, balıklarla oynaşmış, dipten renkli taşlar çıkarmıştım. Setim yoktu o gün.
Terasımdaki masa sandalyeyi düzeltirken etrafta koşturan köpeklerime sesleniyordum. Hoş bir kadın geçti balkonun uzağından. Sanki gülümsedik birbirimize. Günün selamı işte. Birazdan telefonum çaldı, arayan Muammer Brav. “Gonca” dedi, “Az önce balkonunun oradan geçen arkadaşım Aşkım Akyıldız’dı.”
Aşkım Hanım’ı kitaplarından, güzel şiirlerinden bilen bilir. Mevlüt Akyıldız’ın eşidir kendisi. Öğrendim ki Mevlüt Bey ve Aşkım da yılın belirli zamanlarını bu adada geçiriyor. Hemen peşine düştüm bu güzel buluşma ihtimalinin. Telefonlaştık.
Akşamüstü Mustafa’nın Kayfesi denilen yerde günü batıracak, ardından ben her zamanki gibi Eleni’ye geçecek ve ekip arkadaşlarımla orada buluşacaktım. Ne de olsa adalıyız artık! Rutinimiz belli! Günü batırmanın zaferini kutlayacaktık!
Mevlüt Akyıldız, Türkiye’nin en değerli ressamlarından. Üstelik kendisi Denizkızı Eftalya’nın albüm kapağının tasarımcısıdır. Hani Kalan Müzik’in yıllar sonra arşivimize kazandırdığı muhteşem ses. Harika buluşma gerçekleşti. Aşkım Hanım’ın şiirlerinden, adanın öykülerinden, Mevlüt Akyıldız’ın eserlerinden, sinemanın bugünkü yerinden söz ettik uzun uzun. Mevlüt Bey’in atölyesine gittik. Deli Saraylı adlı eseri karşıladı beni kapıdan girer girmez. Sonrası yeni, eski tüm eserler üzerine konuşarak geçti. Derken Aşkım Akyıldız, bana adada yaşayan çok değerli birinden söz etti. “Gitmeden önce görmen gerekir” dedi. Tanıdıktan sonra anladım ki ölmeden önce mutlaka görmem gereken biriydi o kişi. Kamil Melih Özaltıner...
İSMİNİ BİLMEZDİM FAKAT TANIRDIM
Bu sofyan eser sevgili bestekar, tanburi, Şehir Tiyatrosu’nun eski ışık şefi, Kuzgun Acar’ın “Hamlet70” oyununa ait maskelere sahip çıkan, Tanburi Cemil Bey’in taş plak arşivleri ve yüzlerce tarihi eser koleksiyonuyla bilinen, 1947 doğumlu Kamil Melih Özaltıner’e ait.
Sözleri Rıza Tevfik’in...
Melih Bey 70’li yıllarda geliyor adaya. Mübadele sonralarında kendi küçük ürpertisinde yapayalnız yaşayan bu adacığa ve onun hatıralarına yoldaş oluyor. Müzik ilk zamanlar hayatında yok. Buraya geldiğinde, 30 yaşlarından sonra başladığı müzik kariyeri zirve yapıyor adeta. Enstrümanları kendi yapacak hale geliyor. Adada nüfus sayısına 15 diyebiliriz belki.
Ha bu arada, “zirve” derken öyle bizim pop dünyası zirvesi değil. Kendini anlamanın zirvesi.
Muhteşem bir arşivi var kendisinin. Boğaziçi Üniversitesi’nin Musikişinas dergilerinde adından ve tarzından sayfalarca söz edilirken, kendisi, bu dergileri 98-99 yılları arasında rahatsızlığıyla ilgili hastane ziyaretleri sırasında ediniyor. Üstelik tanburiler bilir, Tanburi İzak Efendi’nin üslubunda çalabilen tek kişiydi diyebiliriz onunun için.
Gelen askerlere, memurlara ney ve tanbur dersleri vermiş. 89 senesinde Mevlüt beyler buraya geldiğinde tepede kayalıklarda oturup ney üflediğine tanık olmuşlar. Bir süredir Parkinson’u var. Manana adındaki yardımcısıyla yaşıyor 2 yıldır.
Yapmacıklıktan haberi bile olmayan bakışının içi koca bir ormanla dolu sanki. Üstelik benim gibi bıcır bıcır konuşan biriyle kendisini yan yana göreydiniz gülmekten takla atardınız. Sessizliğin içine hayat kurmuş insanın evine İstanbul’u sığdırmaya çalıştım. İstanbul benden kaçtı “ben o eve giremem” diye. “Melih abi neden geldin adaya?” dedim.
Saat başı yalnızca birkaç cümle kuran, apaydınlık yüreğiyle “Sessiz ortamda müzik daha iyi yapılır” dedi.
Sonra bana eski yaylı tanbur kayıtlarını dinletti. Taş plaklar gitmişti. Musikişinas dergilerini karıştırdık. Feyzi Aslangil’in piyano ile saz eserlerini dinletti. Ertesi gün adanın meşhur Eylül Fırtınası geliyordu. Herkes mitolojik efsane gibi bahsediyordu. “Fırtınadan kaçmak mümkün değil, bittikten sonra kalenin oraya çıkıp manzaraya bak, fırtına sonrası sessizliği dinle” dedi.
Hiç âşık olmamış. Müziğe, doğaya, üretime, tasavvufa âşık bir adam. İsmi Türk Sanat Müziği arşivinde olan bir bestekarın elini tuttum, bahçesinde meyve yedim, müzik dinledim.
Türk müziği onun arşivinde sakladığı çokça kayıtla beslenmiş ve bugün onun sayesinde elimizde çok iyi müzisyenlerin kayıtlarını tutmaktayız. Hocası Kemal Batanay’ın kitabı arasından düşen kağıdı alıp yerine koydum. Kağıtta şu yazıyordu: “Tefekkür gibi ibadet yoktur.”
“Ölmeden önce insanın içine çekmesi gereken bir nefes var bu adada. Mutlaka tutulması gereken bir el” dedim kendime. Adada sabaha karşı fırtınayı dinlerken yazıyorum bu yazıyı sizlere. İbrahim Özgün’ün sevdiğim tango parçası eşlik ediyor.
Ben de bugünü fırtınasıymış, çatı uçuranıymış demeden doğurmazsam bana da Gonca demesinler! Bu haftanın bu güzel yazısı da kıymetli büyüğüm, can arkadaşım Muammer Brav’a... Şükranla...
Paylaş