Paylaş
Bu hastalıklı halin temelinde halka karşı güvensizlik ve halka rağmen iş görmek kurnazlığımız yatmaktadır.
Bu toplumda, kendilerini seçkinci gören ve halka tepeden bakan zümrenin demokratlığı işte bu kadardır. Bunların partileri kazanırsa, yaşasın demokrasi, aksi halde; “Bu millet cezalandırılmalıdır!”, “Bu millet ne ki, seçtikleri ne olsun?”, “Millet hastadır, hastaya ilaç sorulmaz, zorla da olsa yutturulur!”; “Rüştünü ispatlayamamış bu millet, kendi başına bırakılamaz”; “Bu milleti kendi haline bırakırsan ya davulcuya ya da zurnacıya gider!”; “Bu milleti, özlem ve beklenti içine sokmamak için, meşguliyetle tedaviye tabi tutmalıyız!”.
Batı, bizi bizden iyi tanıyor; senelerce uğraşarak bizi, her şeyimizle birlikte çözdü ve reçetemizi yazdı. Kısacası, nabzımızı ölçtüler ve o nabza göre şerbet veriyorlar.
O yüzden, bize reva gördükleri demokrasi şerbetlidir!
2. Dünya Savaşı’na kadar, Fransızların, Afrika’daki sömürgelerinden Paris’e gelip tahsil yapanların diplomalarına vurdukları bir mühür vardır. O mühürde şöyle yazar: “Bon pour l’Orient” (Doğu için iyidir). Yani bu diploma sömürgelerde ve doğu coğrafyasında geçerlidir. İşte Batı’nın bize biçtiği demokrasi modeli de, “Bon pour l’Orient” özelliği taşımaktadır. Malum Batı, Müslüman topluluklarını insan olarak görmez. Dolayısıyla kendilerince, insani bir sistem olan demokrasi, bunların neyine? Bunlara kâğıt üzerinde bir demokrasi verelim olsun bitsin; onlar da bununla avunsunlar! Dediler ve öyle de yaptılar.
1945’de, bize özgü demokrasiye “cebri hürriyet telkini” ile geçtik. Yani zorlama bir hürriyet empozesiyle (dayatmasıyla), peki demek zorunda kaldık.
Atatürkçüler (!), Atatürk’ün 1924 anayasasına bile tahammül edemeyip, iktidarı alaşağı ettiler ve yeni bir anayasa yaptılar. Sözde demokratik olan bu anayasayla iktidarların elleri kolları bağlanmıştı.
Bürokratik oligarşi, tüm kurum ve kuruluşlara hâkim olmuş; seçilmişler ise peşrevcilikten (cazgır) öteye gidememiştir. Kendilerine yalnızca bayındırlık hizmetleri yaptırılmış ve asla devlete nüfuz ettirilmemişlerdir.
Gerçek demokrasilerde atanmışlar, seçilmişlerin emrindeyken; bizde başbakanla (seçilmiş) genelkurmay başkanı (atanmış) eşit statüde ve hatta genelkurmay başkanları daha önde mütalaa edilmiştir.
Batı, bizim kel olan başımıza şimşir tarağı reva görmekle yetinmemiş; “kel başa şimşir tarak” diyerek alay etmiş ve hesabını sormuştur.
Bu durumumuzu gerekçe göstererek; sittin senedir AB’nin kapısında bekletiyorlar ve içeri girmemize müsaade etmiyorlar.
Türkiye, bu açmazdan kurtulmak ve gerçek demokrasiye geçmek için Başkanlık sistemini benimsedi. Sistemi, tüm kurum ve kuruluşlarıyla oturtmaya çalışıyor.
Bu adım atılmadan, yanlış iliklenmiş ilk düğme ile ne yapsak ne etsek gerçek demokrasiye kavuşamayacaktık.
Önümüzde daha ince ve uzun bir yol var. Tek tesellimiz hayırlı ve düzgün bir başlangıç yapmış olmamızdır.
‘Tek adam sistemi’ ve ‘Saray’ etrafında gevelenen yavelere bakmayın. Bunlar bürokratik oligarşinin ve arkasındaki güçlerin, vesayeti kaybediş çığlıklarıdır.
Milleti direkt hedef alamıyorlar, milletin seçtiklerini alaşağı edebilmek için darbe çığırtkanlığı yapıyorlar.
15 Temmuz 2016’da, kendilerince altın vuruşu yaptılar ve gerekli cevabı milletin çıplak ellerinden aldılar.
Cevabı aldılar lakin belli ki, hiç ibret almamışlar.
Onlar oradaysa, millet burada!
Paylaş