Paylaş
Düşman, ülkemizin tarlalarını o kadar verimli gördü ki onlar sürmekten, bizler de devşirilmekten bıkmadık, usanmadık; utanmadık.
Hele de güç, kuvvet ve kudretten düşmeye başladığımız ve zayıfladığımız dönemlerdeki bu insan avı tüm ufkumuzu tutmuştu. Son dönem Osmanlı paşalarımız bile uşağı oldukları ülkelerle anılır olmuştu. Mahmut Nedim Paşa’nın “Nedimof”, Enver Paşa’nın “Enverland” (kölelik, kendisini ülke sahibi şeklinde isimlendirmeye kadar çıkarmıştı!) olarak anılması gibi.
Mustafa Reşit Paşa, mensubu bulunduğu İskoç Locası masonluğundan öylesine mutlu ve kendinden öylesine emindi ki, Osmanlı’nın Hariciye vekilliği ve Sadrazamlık görevlerini ifa ederken, kendine ikamet yeri olarak Londra’yı seçmişti.
Kurtuluş Savaşı’ndan önce de İngiliz, ve Amerikan muhipleri olduğunu ve bu kişilerin anılan ülkelerin mandalığını savunduklarını unutmayalım.
Ta Sultan Abdülhamit devrinde, Kraliçe’nin altınlarıyla beslenen Derviş Vahdeti isimli türedi de, tıpkı bugünkü F. Gülen gibi, sözde dini amaçlı bir örgüt kurmuştu. “Volkan” diye bir mecmua çıkarıyor, padişahı ve gidişatı telin ederek şeriat istiyordu!
Onun satılmış dergisinde, o günün sözde din adamları padişah Abdülhamit Han aleyhinde makaleler döşeniyordu.
Besleme basın, yalnızca bugünün sorunu değil; dünün karanlık dehlizlerinden gelen bu kirli ırmak, bugün çağıldayarak ve üstelik aleni olarak her kanaldan akıyor.
Tüm bu kirli kanalların çıkışı bir, akış yönleri farklıdır. Nitekim kâh milliyetçilik, kâh dincilik ve hatta mezhepçilik, kâh ilericilik, kâh özgürlük, kâh solculuk vb. kısaca geçer akçe ne varsa hepsinin adına, gürül gürül akıtılır.
Biçare halkların bir kesimi, bu kirli ırmakların ‘tez’ine, diğer bir kısmı ise ‘anti tez’ine saplanıp kıyasıya dövüşürler. Oysa her iki kesimi tokuşturan, aynı kirli eldir.
Amerikan, Alman ve diğer Batılı ülkelerin vakıflarının (bunların çoğu istihbarat örgütlerinin emrindedir), içimizdeki bir kısım medyayı nasıl beslediklerini gazetelerden okudunuz, televizyonlardan dinlediniz. Bu yazılıp konuşulanlar, buzdağının yalnızca görünen kısmı.
Pervasızlığı şiar edinen bu güruhun saklısı gizlisi de kalmadı; ahlaksızlıklarını ilan ederek, bununla övünüyorlar. Bir kısım hık deyici yazar-çizer takımı da kendilerini destekliyor.
Bozacının şahidi şıracı!
Yahu! Düşmanın ekmeğini yiyen, onun kılıcını sallamaz mı?
İngiliz’e satılmış Derviş Vahdeti’den ne farkınız var? O da, tıpkı sizin gibi sahibinin sesiydi ve sahibinin kirli emellerine hizmet ediyordu.
En büyük yanlışımız bunca devşirilmişimize ve bunların bunca ihanetlerine rağmen, yapanların yaptıklarını yanlarına kâr bırakmamızdır.
Asıl burada sormak lazım: Bu ülke yolgeçen hanı mıdır?
28 Şubat aşağılık darbesinin askeri kesimi yargılandı; generaller dahil bir sürü subay müebbet hapse mahkûm edildi.
O darbenin medya ayağı niçin yargılanmıyor? Darbe, halka karşı açılan bir savaştır ve bu savaşın en önemli unsuru medyadır. Medya kullanılmadan darbeci adım atamaz.
Bakınız Tunus’taki darbede de ‘besleme basın’ kullanıldı. Mahut basına göre darbeden önce Tunus yangın yeriydi, darbeden sonra ise, güllük gülistanlık bir ülke haline geldi!
Tıpkı bizdeki 12 Eylül 1980 öncesinde olduğu gibi; sıkıyönetim olmasına rağmen ülkemizde günde ortalama otuz kişi öldürülürken, darbenin ertesi günü bu rakam ‘sıfır’ oldu.
Bizdeki besleme basın da tüm darbeleri ve darbecileri göklere çıkardı.
İşin daha da vahimi ise ‘özgür basın’, tüm bu kepazelikleri özgürlük, ilericilik ve hatta solculuk adına sergiliyor.
Paylaş