Bütün bu oyunlar hem kendi içinde hem de bütün dünyada kaos çıkarmak için. Üstelik bu oyunları kendi içinde oynadığı gibi uydusu olan tüm ülkelerde de oynatıyor.
Biz, Türkiye olarak bu oyunları çok gördük ve hemen her seferinde kaosa sürüklendik.
ABD, bütün bu pis oyunları kendi derin devleti vasıtasıyla işliyor ve işletiyor.
İşte, 11 Eylül faciasını meydana getirtip ürettiği bahane ile bölgemizi ateşe verdi. Irak’ı ve ardından Afganistan’ı işgal etti, Suudi Arabistan’ı haraca bağladı.
Yaptırmış olduğu sözde İbrahimi anlaşmalarla, bölgemizdeki ülkelerin birçoğunu İsrail’in emrine verdi. İsrail ne yaparsa yapsın, bu ülkelerden hiçbirinin sesi sedası çıkmaz, çıkamaz.
İsrail tarihin kaydettiği en vahşi soykırımı Gazze’de uyguluyor, mahut ülkelerden en ufak bir ses çıkmıyor, çıkamıyor.
Meydanı boş bulan İsrail durur mu? Gemi azıya alarak her tarafa saldırıyor. Ne Lübnan bıraktı ne Suriye!
İsrail’in derin devleti, ABD derin devleti ile ortak çalışıyor.
Emperyalistlerin, tüm sömürgelerine tatbik ettikleri bu yöntemin özeti; ‘böl, parçala, kaos üret, birbirine kışkırt, sömür ve yönet!’.
İşgal ettikleri ve sınırlarını cetvelle çizip belirledikleri tüm İslam beldelerinde totaliter (baskıcı-zalim) yönetimler oluşturdular. Cetvelle çizerken, birbirlerini akraba olan yerleşim yerlerinin ortasından geçtiler, beldenin yarısı bir ülkede diğer yarısı öbür ülkede kaldı.
Türkiye-Suriye sınırı, bu durumun tipik örneğidir. On yıllar boyu bu insanlar, dini bayramlarda birbirlerini tel örgüler ardından görebildi; hediyelerini birbirlerine tel örgüler üzerinden atabildiler
Suriye halkının çoğunluğu Sünni Müslüman iken, ülkenin yönetimine Nusayri (Hz. Ali’ye Allah diyen bir inanış) azınlık getirilmiş. Bunun gibi Irak’ta, çoğunluk Şii olmasına rağmen buranın yönetimine de Sünni yöneticiler getirilmişti.
Sahiplerinin sesi bu denli zorba yönetimler de ülkelerini, açık, yarı açık ve kapalı hapishaneler haline getirmek suretiyle baskıyla ve zulümle yönettiler.
Esed, ülkesinden kaçtıktan sonra Suriye’de ortaya çıkan korkunç manzara her şeyi anlatıyor. Tüm emperyalist ülkeler, bu insanlık dramlarının elbette farkındaydılar lakin onlara göre insanca zayiat yoktu. Zira kendi dinlerinden ve ırklarından olmayan bu insanlar, insan sayılmıyordu.
Ve onlara göre bunları telef etmekte herhangi bir sakınca görülmez.
Zulüm payidar olmaz; her şey en ince yerinden zulüm ise en kalın yerinden kopar.
Biz istesek de istemesek de bu, böyledir. Diğer bir deyişle, dünya kamuoyundaki Türkiye, Türkiye’dekinden çok daha büyüktür. Türk’ün tarihi misyonu, onu, bulunduğu coğrafyanın çok ötesine taşıyor.
‘Türkiye’nin Suriye’de ne işi var?’, ‘Türkiye’nin Libya’da ne işi var?’, ‘Türkiye’nin Kafkaslarda ne işi var?’, ‘Türkiye’nin Balkanlarda ne işi var?’, ‘Türkiye’nin Afrika’da ne işi var?’ gibi sözlerin hepsi lafügüzaftan (boş lakırdı) ibarettir ve gerçekle yakından ve uzaktan bir ilgisi yoktur.
Mahut zevat, dillerine pelesenk etmiş oldukları ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ ifadesini de son derece yanlış anlıyor ve çok yanlış değerlendiriyorlar. Onların dedikleri gibi olsaydı, Hatay, bugün vatan sınırları içinde olabilir miydi?
O günün (1937) şartlarında oluşturulan ve Türkiye’nin de kurucu üye olarak yer aldığı Sadabat Paktı niçin kurulmuştu?
Oysa bunlara göre; Ortadoğu bataklıktan ibarettir, o batağa giren kendini de batırır.
Bu kafaya göre; Türkiye Ortadoğu’nun işlerine karışmamalı, özellikle Arap ve İslam ülkelerini kendi hallerine bırakmalı ve asla onların işlerine burnunu sokmamalı. Bir asır boyunca şu aşağılık cümleyi milletin beynine kazımak istediler: ‘Ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü!’
Halbuki bu aşağılık lafı söyledikleri insanların dedeleri, bu vatan uğruna çarpışarak can vermiş Şamlı Araplarla birlikte, Çanakkale sırtlarında koyun koyuna yatıyorlar.
Bu kafa, yalnızca Suriye’nin, Türkiye’nin de gayretleriyle bugün geldiği noktaya bakıp utanmalıdırlar. Ama diyeceksiniz ki; Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ’ının işgalden kurtulmasına bakıp utandılar mı ki, bundan utanabilsinler?
O gün bugündür biz bize unutturulduk. Kendimizden, kendi öz değerlerimizden soyutlanıp bambaşka bir şey olduk. Olduğumuz bu bir şeyle, belki her şey olduk lakin asla kendimiz olmadık, olamadık.
Kendimiz olamayınca şahsiyetimizi yitirdik, oysa cümle alem şahsiyete meftundu.
Şahsiyetimizi müdrik olduğumuz aşk ve saffet dönemlerimizde en ileride bizdik; hemen herkes bize imreniyor ve bizim gibi olmak için can atıyordu. Çünkü biz, biz olduğumuz dönemlerde en üstündük.
Zira biz, kendi öz değerlerimizi öylesine halisane yaşıyorduk ki bize gelen ölü kalpler diriliyordu.
Topkapı burcundaki Adalet Kulesi’nden dünyanın dört bir yanına adalet dağıtan bir neslin evlatları kendinden soyutlanınca, celladına âşık edilip canilerden adalet dilenir hale getirildi.
Ceddimiz. güçlü olduğu asırlar boyunca dünyadaki tüm mazlumlara hamilik yaptı; ne kadar güçlü olursa olsun tüm zalimlerin korkulu rüyası oldu.
Bakınız; yarım asırdır AB’nin kapısında bekletiliyoruz. Şeref ve haysiyetimizle oynarcasına oyaladıkça oyalıyorlar. Bilmeliyiz ki bir yarım asır daha beklesek bile bizi almazlar; almayacaklar.
Aynı Avrupalı, kendimiz olduğumuz saffet dönemlerimizde üzengimizi öpmekle şerefyap oluyordu.
Birinci Yüzyılda, yıllar boyu sürmüş savaşlardan yeni çıkmış; kolu-kanadı kırık, genç kuşakları biçilmiş, tersaneleri ve fabrikaları tahrip ve işgal edilmiş, ruhen çökmüş, daha dün sahip oldukları koca imparatorlukları ellerinden alınmış, bitik bir Türkiye vardı.
Ve üstelik bu Türkiye’de rejim değiştirilmişti, bunun da yansımaları kimi sancılı sonuçları doğurmuştur. Çiçeği burnundaki yeni rejim, aldığı radikal tedbirlerle sistemin oturmasına çalışmış (Bu durum büyük çalkantılara sebep olmuştur), millet, yıllar boyu süren savaşların yaralarını sarmak için çetin uğraşlar vermiştir.
Cumhuriyet rejimi iki kez demokrasiye geçmeyi (birden fazla partili sistemi) denedi, başaramadı; bu yüzden 27 yıl boyunca ülke tek partili bir sistemle idare edildi. Meclis’in duvarında ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir (Demokrasi)’ yazmasına rağmen, bu durumu kuvveden fiile çıkarabilmemiz, ancak 1950 yılından sonra, üstelik o dahi cüzi bir şekilde olabilmiştir.
Demokratik hayatımızın sittin senesi ise (1946-2007) maalesef vesayet altında geçtiği için, Türkiye’miz, beklenilen performansı gösteremedi, maddede ve manada kalkınma bir türlü gerçekleştirilemedi.
Vesayetle illetli demokratik süreçte bile milli iradeye tahammül edilememiş ve her on yılda bir darbe yapılıp idareye el konulmuştur.
Bu süre esnasında; 6 kere gidip 7 kere gelmiş olmasına rağmen en uzun süre başbakanlık yapmış olan Süleyman Demirel’in, önceki ve sonraki sözleri her şeyi anlatmaktadır: Başlangıç cümlesi: ‘Türkiye dış politikasını hislere ve husumetlere değil, milli menfaatlere göre ve akılcılık esaslarına müsteniden ayarlamak durumundadır’. Onca bedeller ödetildikten sonra geldiği noktadaki cümlesi ise: ‘Bizim yaptığımız iş selden kütük kapmaktır!’.
Zira bu ülke, İnönü tarafından, 1940’lı yılların ikinci yarısında yapılan anlaşmalarla ABD’ye teslim edilmişti. Yapılan bu anlaşmalarla Türkiye’nin eli-kolu bağlanmış, maddede ve manana kalkınmasının önü büsbütün kesilmişti.
Bu anlaşmalar sonucunda, Türkiye asla silah ve mühimmat üretmeyecek, mevcut kurumların kapısına kilit vurulacaktı; öyle de oldu. Türkiye, sanayinin lafını dahi etmeyecek, yalnızca karasabanla üretim yapabilen bir tarım ülkesi olacaktı; öyle de oldu. Türkiye insanı, Türkiye’nin sınırları dışına çıkmayacak, komşularıyla özellikle Arap ve İslam ülkeleriyle en ufak bir iş birliğine girmeyecekti; öyle de oldu. Milli Eğitim mefhumunun (kavram) başındaki ‘Milli’ kelimesi, bütün hakikatini yitirecek ve vatan evlatlarının öğretim ve eğitimi ABD’li uzmanların insafına(!) terk edilecekti; öyle de oldu.
Kandan ve gözyaşından beslenen emperyalistler, bu yüzden gözlerini Cihan Devletimize diktiler. El ele verip; bin bir çeşit hile ve desiselerle hem içimizi karıştırdılar ve hem de üzerimize çullanıp, devlet ve millet hayatımızı büsbütün bitirmek istediler.
Merhum Ahmet Arvasi Bey’in çok yerinde bir tespiti vardır: Bu milletin başına örülen çoraplar, bu millete karşı oynanan oyunlar, bu milleti bitirmek için yapılanların binde biri başka herhangi bir millete uygulansa idi, o milletin tozundan eser kalmaz, yer ile yeksan olur yıkılıp giderdi.
Nitekim Keçecizade Fuad Paşa da yabancı bir devlet temsilcisine: ‘En kuvvetli devlet bizim devlettir. Zira siz dışarıdan biz içeriden yıkmaya çalışıyoruz, yine de yıkılmıyor’ diyerek, gaflet ve aymazlığını açık etmiştir.
Düşman, en sinsi ve kahpe oyunlarını içimizdeki ‘satılık ruhlar’ı devşirerek gerçekleştirdi.
Bu durum, dün de öyleydi, bugün de aynı şekilde devam ettirilmektedir. FETÖ ihanet şebekesi de aynı şeytani yolu izleyerek, içimizdeki ışıltılı beyinleri devşirerek, üst üste darbe girişimlerinde bulundu. Şayet başarabilseydi, ülkemiz, bir iç savaşla paramparça edilip, ufak lokmalar halinde ABD’ye ve diğer emperyalist güçlere teslim edilecekti.
Düşman, yedi düvel (devletler) olarak birleşip, dört bir koldan saldırdı ve bizi Cihan Devletimizden etti. Maalesef o süreçte de içimizdeki satılmışların ihanetlerine şahit olduk. Öyle ki, her karış toprağı şehit kanlarıyla yoğrularak fethedilmiş kimi vatan parçaları tek kurşun atılmadan düşmana teslim edildi.
Bunlardan en acı olanların bir Selanik’tir. Hasan Tahsin denilen satılmış bir paşa, tek kurşun atmadan şehri Yunan’a teslim eder. Bununla da yetinmeyip emrindeki 26 bin Mehmetçik’i silahlarından arındırıp, esir olarak Yunan’a verdi. Yunan da her zamanki kahpeliğinin bir yenisini sergileyerek; kıllarına bile dokunmamak şartıyla teslim aldığı tüm esirleri kurşuna dizip katletti.
İletişim araçları gelişip yaygınlaştı, artık hemen herkesin her şeyden haberi var. Zira tüm cereyan eden olaylar, iletişim araçları sayesinde herkesin gözleri önüne seriliyor.
ABD, İngiliz ve İsrail projesi olan bu fitne ile ülkeler, batı emperyalizmine ‘gönüllü’ köle yapılmaktadır. Zira mankurtlaştırılan mahut beyinlerin tümü celladına âşık olarak yetiştirilmiştir.
FETÖ’cülerdeki ‘takiye’ (kendini gizleme) özelliği, Müslümanlar arasındaki samimiyeti ve güveni ortadan kaldırdığı gibi herkesi birbirinden şüphe eder bir hale getirmiştir.
Bu durum ise, ihlas ve güven esasına dayalı İslamiyet’in temellerine dinamit koymaktır.
Halbuki Müslümanlar birbirlerine karşı açık, mert, dürüst ve samimi hareket ederlerken, düşmanı karşı, fitneye sebep olmamak için ‘mudara’ yaparlar, iyi geçinmeye gayret ederler.
FETÖ fitnesinden sonra Müslümanların da birbirlerine güveni kalmadı ve onlar da birbirlerini idare etmek (müdara) zorunda kaldılar.
Müslümanlar kendi mabetleri olan camilerde günde beş kez toplanır, saf tutar kenetlenir ve yek vücut, yek kalp, yek cihet olarak Allah’a yönelirler. Bu durum, Müslümanlığın ‘Tevhit-Birlik’ şiarının en güzel yansımasıdır.
İşte FETÖ, camilerdeki bu gönül birliğini ortadan kaldırmış, aynı saftaki yan yana duran Müslümanları da birbirlerinden şüphe eder hale getirmiştir.
FETÖ marifetiyle dinin ve dindarın; ölüm halindeyken bile suyu içmeyip birbirlerine ikram eden o üstün ahlak anlayışından nereye, hangi derekeye (aşağı aşama) evrildiğini görüyor musunuz?
FETÖ ile mücadele kararını Sayın Erdoğan’dan başka bir lider verebilir miydi? FETÖ ile mücadele derken, içeride FETÖ ama dışarıda ABD, İngiltere, İsrail ve bunların uydularıyla mücadeleyi göze almaktan bahsediyoruz.
Bunlarla mücadeleyi göze alabilmek için ölümü göze almak, yani kefeni giyerek yola çıkmak lazımdır. Bunu da ancak Allah’a ve ahiret gününe, ebedi aleme inanan, dava insanı kişiler yapabilir.
Yani dünyası için (geçici dünya nimetleri için) ahiretini satmayacak bir babayiğit gerekliydi.
Sözde dini görünümlü bu kahpe yapıyla ancak gerçekten dindar olanlar mücadele edebilirdi. Türkiye’nin, FETÖ ile mücadelede bir şansı da hesabi değil, hasbi dindar olan Erdoğan’ın başta bulunmasıdır.
Erdoğan’ın yerinde dindar olmayan bir başkan olsaydı, FETÖ ile mücadeleyi, istese bile zor yürütürdü. Zira mahut yapı sözde dini görünümlü olduğundan, ‘dindarlara baskı yapılıyor’ diye yeri göğü inletecekler ve bu haklı mücadeleyi millete anlatmakta zorluk çekeceklerdi.
Devlet, eskiden olduğu gibi, sahte ve gerçek dindarlarla karşı karşıya gelecekti. Zira mahut yapı, mazlum rolüne bürünerek, kendilerinden olmayan gerçek dindarları da saflarına çekebilecekti.
Erdoğan döneminde