Yaptıkları otelin içindea yaklarınız suda yemek yiyeceğiniz salaş balıkçısı da olacak
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Geçen hafta kalın a’lı bir sesin sular sellerden sözeden telefonunu almamla kendimi Bodrum’a attım.
Aşanı taşanı derleyip toparlamak için iki günüm var. Bu mevsimde herkesin işinin başından aşkın olduğunu bildiğimden kaygılıyım. Oysa durum sandığım gibi değil.
İnşaat alanında çalışan herkes mimarından işçisine, durgunluktan, birkaç deli dışında kimsenin yatırım yapmadığından söz ediyor.
O birkaç deli kim diye sorduğumda da marangoz, İrfan Kuriş diyor. Gülüyorum. İrfan deli midir? Evet, delidir.
Ama sadece deli demek onu anlatmaya yetmez. Bana soracak olursanız o hem deli hem mükemmeliyetçidir. Üstüne üstlük gözüpektir.
Koku alır, geleceğin ne getireceğini sezer, kimselerin yapmadığını dener. Ayağını sağlam basar ama uçmaktan çekinmez. Önüne çıkan engellere bana mısın demez.
İşte bu İrfan Kuriş, uzun süredir ikinci adres bellediği Bodrum’da gene büyük bir işe soyunmuş. İnşaat işine. Onun evle villayla siteyle alıp veremediği yoktur. Yapıp satmakla ilgilenmez. Varsa yoksa otel.. Bir otel hayali kuracak, gelenlere bir yaşama biçimi sunacak. Derdi bu.
Gölköy ile Türkbükü arası bir dönemeç vardır, dönemeci dönünce tepeden Türkbükü görülür ya işte tam orada, yamacın altında, bundan yaklaşık bir yıl önce Kuum’un inşasına başlamış. Ve altmış yedi odalı oteli Haziran sonunda açacakmış.
Söz ettiğimiz kibrit kutusu bir ev değil, sahili, iskelesi, spası, açık kapalı yüzme havuzları, lokantaları, dükkanları, toplantı salonları ile koca bir otel. Üstelik herhangi bir otele benzemeyen bir otel. Koridor üzerine dizili odalar yok, sahanlık yok, kapısını açtığında gördüğün başka bir kapı yok.
İki boru değiştirip iki duvar boyatmak için sarfettiğim çabayı bildiğimden İrfan’la Gökhan’ın anlattıklarını ağzım açık dinliyorum. Yapamazsınız diyenlere inat, yapıp başaranların suç ortaklığıyla birbirlerine bakıp kıs kıs gülüyorlar.
İkisi biraraya gelmese bu kadar iddialı bir iş bu kadar kısa bir sürede biter miydi bilemem. Bir mekanın hayalini kurmak başka şeydir onu hayata geçirmek başka.
Genellikle insanlara şapka çıkarttıran işler dilleri, kaygıları ortak adamların farklı hayallerinin kesişmesiyle doğar, birinin eksiğini diğeri tamamlar ya, anladığım kadarıyla bu projede de öyle olmuş.
İrfan ortaya çıkan işten memnun. Gökhan da öyle. Belli ki çalışırken, koca tesisi bir yıl gibi kısa bir sürede tamamlamaya uğraşırken didinmiş, didişmiş, çok da eğlenmişler.
Gökhan, Bodrum’un daha doğrusu Türkbükü’nün sadece yaz aylarına dönük ve sadece eğlence sunan bir yer olmaktan çıkıp sanatıyla, kültürüyle bir çekim merkezi olması gerektiğini düşünüyor.
Burası herhangi bir sahil kasabası değil, arkasında 2500 yıllık tarih var, diyor. Böyle bir tarihe böyle bir iklime böyle bir konuma sahip hiçbir yerin dünyanın hiçbir yerinde yılın iki ayı dolup ardından boşalan ve insanlara sadece deniz kum kumsal sunan bir yer olmadığını, bunun değişmesi gerektiğini, o yüzden de düşünülüp taşınılarak kotarılmış bir projenin başarısının düşünülüp taşınılarak kotarılacak başka projeleri tetikleyeceğine inandığını, söylüyor.
Anlattıklarını dinlerken çizdiği projenin sıradan bir otel projesi değil, tıpkı İrfan’ın hayalini kurduğu gibi bir yaşama kültürü projesi olduğunu anlıyorsunuz. Bir otelde ne olması gerekiyorsa elbette Kuum’da o var. Ama farklı olarak var.
Örneğin hiç suit yok. Çünkü odaların hepsi suit. Yöre taşları kullanılarak yapılan ve her biri farklı açılara sahip yerleşimlerde yer alan odalar aslında küçük bir ev olarak düşünebilecek alanlar. Hemen otelde yer alacak lokantaları soruyorum. Birinin ayaklar suda yemek yenilecek kelimenin gerçek anlamıyla salaş bir balıkçı olduğunu öğrenince keyifleniyorum.
Laf lafı açtıkça sohbet koyulaşıyor.
Biraz daha Kuum’dan söz ediyor sonra modern mimarinin kendini sıkıştırdığı alanlara geçiyoruz. Daha doğrusu Gökhan geçiyor, biz dinliyoruz.
Öyle heyecanlı ki heyecanı bulaşıcı. Oysa vakit daraldı. İrfan onu Bodrum’a götürecek uçağa yetişmeli.
Benim de başım kalabalık. Kendisinin de aslında ayağı iki pabuçta. Ertesi sabah her hafta yaptığı gibi ders vermek için Paris’e gidecek.
Saatlerdir güzellikten konuşuyoruz ya eskisi kadar sinirlenmiyorum. İnanan başarır derler. İnananlara inanmalı diyorum.
Hayal ettiler, inandılar ve yaptılar
Karşılıklı yedi sekiz konuşmanın ardından Bebek Kahvede buluşmaya karar veriyoruz. Ne onda daha uzun bir yemek için bir araya gelebilecek mecal ve zaman var ne bende. Eğer bu ikindiyi de kaçırırsak muhtemelen otel açılana kadar beklemek zorunda kalacağız ki, bu da Haziran sonu demek.
Üstelik günün sürprizi otelin mimarı Gökhan Avcıoğlu’nun da bize katılacak olması. Aslında İrfan Otel’in iç mimarisini üstlenen Çağlayan Tugal’ın da bizimle olmasını istiyordu ama iki kişinin bile buluşmak için deveye hendek atlatmak zorunda kaldığı şu ahir zamanda, işi başından aşkın dört kişiyi biraraya getirmek İrfan’ı bile zorlayacak bir iştir ki, bu da bırakın hendek atlatmayı, hörgüçlü güzeli ummandan geçirmeye bedeldir.
Kararlaştırdığımız saatte Bebek Kahveye gidiyorum. Kahve her zamanki gibi dolu. Bir ay öncesine kadar güneşte yer kapmak için uğraşanlar çoktan gölgelere çekilmiş. Çiçeğe kesmiş sahte badem ağacının altındaki masaya oturup beklemeye başlıyorum.
Bu sahte ağaçlar bahçelere musallat yedi cüce heykelleri kadar canımı sıkıyor. Belki müthiş bir örnek değildik ama düpedüz estetik düşmanı bir millet olup çıktık. Geceleri yanıp sönen ampülleri bile olabilecek her daim çiçekli bu plastik çiğliği dikmek yerine baharda açıp sönüverecek bir erguvan ekmek çok mu zor iştir? Bir oya ağacı, bir mor salkım, bir payam?
Yerlere göklere sığdıramadığımız övünmelere doyamadığımız Osmanlı zevkinden, Anadolu insanının doğuştan geldiğini söylediğimiz inceliğinden kala kala bunlar mı kaldı?
Yoksullukla görgüsüzlüğün kol kola girdiği bir üçüncü dünya ülkesi pespayeliği! Talan ettiğimiz bahçelerden arta kalan mendillere diktiğimiz bu sahte ağaçlar, yaktığımız köşklerin küllerinden yükselen bu çirkin apartmanlar mı anlatacak bizleri sonrakilere?
Şairin bir sengine yekpare Acem ülkesini feda ettiği İstanbul, yıkamadığımız için koruduğu sisli silueti de olmasa herhangi bir ortadoğu ülkesinden farklı mı şimdi?
Taşı toprağı altın diye akınlar halinde geldik, leş kokusu almış akbabalar misali şehri tükettik. Yaşama kültürsüzlüğünden nasiplenmeyen birkaç kuytu semt kaldı. Bir iki ara sokak, revnaklı bir tutam ev, adalar.. O kadar.
Sadece İstanbul mu hovarda mirasyediler gibi yiyip bitirdiğimiz... Anadolu şehirlerinden geriye kalan ne peki?
Şehirlerin değişmeden sonsuza dek varlıklarını sürdüreceğini sanan aymazlardan değilim çok şükür. Savaş çıkar,deprem yıkar,alev yakar. Zamanın yıktığının yerine ne konduğudur önemli olan.
Gölgesiz ağacın altına oturmuş İrfan’ı beklerken bütün bunlar geçiyor aklımdan.
Durduk yerde sinirlenmeme yol açan çin işi bademin altından kalkıp sokağa bakan yan masaya geçiyorum.
Geç kalmaya alışık olmayan insanların beş dakika gecikseler yürüyüşlerine sinen bir gerginlik vardır ya hani, İrfan uzaktan gergin adımlarla geliyor.
Herzamanki gibi tiril tirendaz. Yaz kış çıkartmadığı, dünya yıkılsa üzerinde lekenin zerresini göremeyeceğiniz beyaz gömleği bile aslında onun nasıl zorluk seven biri olduğunun göstergesi.
Siyah çekmek afili olmasına afilidir de çaba gerektirmez. Beyaz giymek yürek ister.
Demli çaylarla birlikte Gökhan da geliyor.. Ekip tamam,artık konumuza dönebilir Kuum’dan bahsedebiliriz.