Şilili Victor eniştenin kurutulmuş elmaları

Geçen yıl bir arkadaşım, tam da bu vakitler sıcaklardan sıcak beğen bir gece, bir dost meclisinde, Türkiye’nin hal-i-pür melalini konuşmayı vazife bilen erkek tayfasının koyulaştıkça ağdalaşan muhabbetini çattadanak kesmiş ve soran eden olmadığı halde biz meclis mensuplarına yüksek sesle gidip Kıbrıs’a yerleşeceğini bildirmişti.

Biraz da kendi kendine konuşur gibi. Dili dert görmesin.
İnsanda jilet atıp kendini doğramak isteği uyandıran ve gecenin bütün tadını tuzunu kaçıran sohbet, bu beklenmedik beyanla tık diye kesilmiş ve laf şimşek hızıyla Türkiye’nin geleceğinden geçip onun geleceğine gelmişti.
Neden’leri niçin’leri, ne yapacaksın’lar izledi.
“Hiiç” dedi bizimki.
“Nasıl hiç” diye sorduk, bir ağızdan. Hani küfesi dolu olsa neyse de, değil.

yemek-mutfak *
ağırlama-sofra
içki-sigar
mey-meyhane
lokanta-bar
çay-kahve
ev-dekorasyon
adres-mekan *
düzenleme
çiçek-bahçe
televizyon
haber-dizi
tasarım *
tatil-gezi-şehir
otel-spa-sağlık
yoga-reiki
kişisel gelişim
güzellik-makyaj
moda-alışveriş
sinema-tiyatro
edebiyat
insan-portre *


Bütün hamlelerini ince eleyip sık dokuyan, şahsa şah matsa mat, kabule hazır insanların seslerine sinen dinginlik vardır ya, aynen öyle dingin bir sesle sorbe yapıp satmayı düşündüğünü söylemez mi?
Hadi Kıbrıs iklimdi, AB’ye girdi girecekti, ucuzdu şuydu buydu neyse ne de, peki ya sorbe?
O sorbe der demez, aklıma eniştem geldi. Sabık eniştem.
Gülmeye başladım.
Şilili Victor enişte, bundan otuz küsur yıl önce değil bizim illerde, dünyada bile henüz esamesi okunmazken, katı bir çevreci olan - asla ve kat’a gözü olan bir canlıyı ağzına koymayan - hası dışında hiçbir besine dokunmayan - gene asla ve kat’a elektrik kullanmayan - bu yüzden hocası Sabri Berkel’in itirazına karşın seramikten çömleğe geçiş yapan - çamaşırlarını külde yıkayan - parayla ilişkisini sıfırlayan - ya da sıfırlamaya çalışan - evi yerine yel değirmeni olan, köylünün buğdayını bedava öğütüp karşılığında bal alan - takasla yaşamanın mümkün olduğuna inanan - kendi kumaşını kendi dokuyan - dokuduğunu giyen, ürettiğini tüketen - kısaca şu kahpe dünyada kendi dünyasını kurmaya çalışan güzeller güzeli halama aşık olup peşi sıra Sülüklü’ye gelmiş ve tek katkı maddesi kullanmadan yetiştirip güneşte kuruttuğu elma dilimlerini, karısının bütün iyi niyetine karşın parasız dönmeyen şu mel’un hayatta, olur da belki elzem giderleri karşılar umuduyla Bodrum sokaklarında satmaya başlamıştı.
Elmaalağğ, kuğğuu elmalağğ...
Bağırmadan, mırıldana mırıldana ve R’leri yuta yuta.
Elma dilimleri de harikaydı, şile bezi gömleği, Ali Güven sandaletleri, seyrek sakalı ve sıska vücuduyla sokak satıcısından çok Mesih’i andıran ve aslında sıkı bir feylesof olan eniştem de... Ama anlayan kim?
Kuru elmalar çok geçmeden kurtlandılar.
Bundan böyle Kıbrıs’ta yaşayacağını beyan eden arkadaşın da r’leri yutmak gibi bir huyu olduğundan aklıma düşmüştü sabık eniştem.
Girne sokaklarında dolaşarak buuzluu sooğbeleğ satan kokoş bir kadın düşündükçe de sinirim oynuyor, sinirlendiğini gördüğüm halde gülmeme engel olamıyordum.
Kendisine fena halde imrendiğim halde...
Aradan otuz yıl geçti, devir değişti, o zamanlar yavru vatandakilerin düşü ya İngiltere’ye kapak atmak ya anavatana gelmekti ya, şimdi anlaşılan anavatandakilerin düşü ya yurtdışına kapılanmak ya bir yolunu bulup yavru vatanda yaşamak.
Ne diyeyim... Hayırlısı...
İşin tuhafı, o gece hayırlısı deyip geçmedik.
Kararlı her birey, kararsız her şaşkını etkiler misali, biz ördekler de bu Kıbrıs - sorbe denkleminden pek etkilendik ve işin olurunu olmazını ıncık ettik.

KIBRIS AB’YE GİRER Mİ

Ev kiraları, arsa fiyatları, yazın hava sıcak mı, kışın sosyal hayat var mı, yaş erdi ya kemale peki ya hastane, nasıl, neden, kaç para?
Sabaha kadar.
Ertesi gün kendimi kitaplıkta Metin Münir’in çok sevdiğim bir kitabını ararken buldum. Bölük pörçük hatırladığım bir bölümü yeniden okumak için. Bir ev, bir orman, bir böcek, bir kumsal, bir dost, bir yurt, bir hayat, bir ölüm, bir dönüşüm...
Bulamadım.
Her şehrin bir yazarı var benim için.
İskenderiye Kavafis, Kafka Prag, Trieste Pavese, Aragon Paris, Tanpınar İstanbul gibi...
Peki Kıbrıs deyince elim niye Durrell değil de Metin Münir’e gitti?
İskenderiye Dörtlüsü’nün, Avignon Beşlisi’nin ve adada geçen harika bir romanın yazarı koca Durrell niree, önce gazeteci üstelik ekonomi, sonra yazar Metin Münir niree?
Bilemedim.
Bildiğim ilk karşılaşmamızda Metin Münir’e sorbe işini soracağım.
Dükkan mı açmalı, seyyar mı satmalı?
Ve de elbette o can alıcı esas soru...
KKTC’nin AB’ye girme ihtimali hakkaten var mı?

Dondurmalı yemekler

Cihangir sokaklarında Antre Gourmet’yi arıyorum. Taksi şoförü cehaletimin farkında olacak ki, gelen geçene adresi soruyor. Herkes ağız birliği etmişcesine caddenin ucundaki dükkanı gösteriyor ama biliyorum ki, gelmem gereken yer burası değil. Dışarıdan bakıldığında küçük bir bakkal dükkanından farksız, beş metrekarelik dükkanda Anadolu’nun dört bir yanından ve elbette yurtdışından gelen envai çeşit peynir var, ama ortada ne beni davet edenler ne davetliler ne de akşam yemeği yenilebilecek bir sofra yok. Dükkana adım atmamla derdimi şıpın işi kavrayan tezgahtar, bu kez beni başka bir adrese yönlendiriyor. Biraz daha ileride, sokak içinde ikinci bir Antre Gourmet varmış meğer.
Hayli karanlık sayılabilecek merdivenlerden koşarayak inmemle kendimi açık bir mutfağa bakan özel bir bölümde buluyorum. Çoğu yeme içme yazarı on beş kişilik grup çoktan masaya yerleşmiş bile. Masanın ortasında harika peynir tabakları duruyor. Şila, canım, Caravaggio tablolarına bakar gibi hayran hayran üzüm - peynir - ceviz düzenlemelerine baktığımı görünce eğilip kulağıma fısıldıyor: İsterseniz satın alabilirsiniz.
Ohh iyi.
Kalori hesabı yapmadığım günlerde afiyetle yer, yaptığım dönemde eşe dosta gönderirim.
Aslında burada bulunma nedenimiz peynir değil, dondurma ve de elbette sorbe. Ama dondurmayı yemek sonrası değil, yemekle birlikte, yemeğin yanında, daha da doğrusu içinde yiyeceğiz. Mövenpick dondurmalarının dünyadakilerle eşzamanlı olarak Türkiye’deki şeflerle başlattığı yeni bir uygulama bu.
Dondurmalı yemekler.
Yedi yemekten oluşan mönümüzün ilk yemeği, ricotta ve pembe biber dondurmalı gazpaço. İspanyollar’ın dünyaya armağanı bu güzelim soğuk çorbaya eklenen bir top dondurma, inanın yemeğe çok şey katıyor ve leziz olmakla birlikte sıradan bir yemek olan gazpaço, bu dokunuşla bir anda farklılaşıyor. Ardından gelen balzamik soslu sorbeyle Antakya sıkma peynirine de bayılıyorum ve yemekleri hazırlayan genç şeften her iki tarifi de almaya karar veriyorum.
Etle birlikte gelen konyaklı dondurma da iyi ama ne yalan, benim favorim ilk ikisi.
Yeni tat arayanlara ve keşfetmeyi sevenlere tavsiye edilir.

Tasarım ruh yelpazesidir

Bu hafta İstanbul Tasarım Haftası.
İlki Galata Köprüsü’nde düzenlenen İstanbul Design Weekend, bu yıl 4 bölgeye yayıldı. Aralarında sevgili Aldo Civic’in de tuzunun bulunduğu farklı tasarımcılarla yoluna devam ediyor. Düzenlendiği ilk yıl büyük ses getiren, izleyen yıllarda ateşi biraz sönen bu ilk ve tek tasarım haftasının bu yılki katılımcılarla eski coşkusunu bulacağına inanıyorum.
Tasarım ruh yelpazesidir.
İlle de almak gerekmez.
Bakmak, dokunmak, hissetmek bazen yeter de artar.
Küçücük bir fikir gün gelir koca bir pencere açar.
Yazarın Tüm Yazıları