Seul denince gözümün önüne artık hep kiraz ağaçları gelecek

Kore’yi o kadar çok kişiden dinledim ki, gelen daveti ince eleyip sık dokumadan kabul ettim.

Üstelik Serfi ile gideceğiz, Serfiraz Ergun’la. Serfi bundan üç yıl önce zaten gidip gördüğü Seul’e, onca yolu göze alıp bir kez daha gidiyorsa vardır bunun bir hikmeti diye düşündüm.

Sadece Serfi mi?

Ali Esat Göksel, Nilgün Cerrahoğlu, Yazgülü Aldoğan da şehri öve öve bitirmemişler miydi? Ya Figen Özdenak ile Çağla?
Yolculuk öncesi Çağla’ya telefon edip bir iki adres istiyorum. Hani diyorum anlatmalara doyamadığın Seul var ya, üç günlüğüne Seul’e gidiyorum, peki nerelere gitmeli, neleri görmeli, nerelerde yemeliyim? Biraz duraksadıktan sonra “İsimleri hatırlamak kolay değil Figen diyor, mahalle diye bir sürü Dang var biliyorsun, iyisi mi ben dayıkoya sorayım, sana dönerim”. Dayıko dediği, orada Şenol Güneş ile birlikte bir futbol kulübü çalıştırmakta olan dayısı Yasin Özdenak. Gerçekten de çok geçmeden bırakın hatırlamayı, okumanın bile zor olduğu bir sürü adres yolluyor. Bize verilen programda bolca serbest zaman var. Eh adresler de cebimde olduğuna göre... Bavulu kaptığımla yola koyuluyorum...

Uçağa adım atar atmaz, bütün Uzakdoğu havayollarında olduğu gibi yüzlerinden gülümseme eksilmeyen hostesler tarafından karşılanıp yerlerimize oturtulduk. Deneyimle sabit: Gözümüz açık olduğu sürece ikram kesilmeyecek. Uzun yolun cefası bir biçimde sefaya dönüştürülecek.

Dokuz saatlik uçuştan sonra İncheon Havaalanı’na geldik, geldiğimize sevinemedik. Çünkü ne kadar pırıl, ne kadar modern olsa da önümüzde uzanan altı saati nasıl geçireceğimizi bilemedik. Yorgunluktan titrerken yeniden uçağa bindik, üç saat daha uçtuktan sonra gece yarısını hayli geçe Pekin’e vardık. Evden çıktıktan tam yirmidört saat sonra yatağa uzandım ve sabaha kadar top atılsa duymayacağım derin bir uykuya daldım. Sonraki gün biraz Pekin gezmesi, biraz ördeği, Yasak Şehri, çay seremonisi, alışveriş merkezi derken gong çaldı, vakit tamamdı. Hadi gene toplandık, yola çıktık ve kırksekiz saat geçmeden yeniden Seul’e vardık.

Ki ne görelim?

Bizi almaya gelecek otobüs gelmemiş.

EMİNÖNÜ TRAFİĞİNDEN BETER BİR TRAFİK

İki saat daha havaalanında beklemek gerekiyor, denildiği anda Serfi ile bavullarımızı kaptığımızla kendi başımızın çaresine bakmak üzere şehir otobüsüne biniyoruz.

Neyse ki bu kez otelimiz, Pekin’deki gibi nohut oda bakla sofadan oluşan kıyı kenar bir otel değil. Şehre kuşbakışı bakan tepelerden birinin üzerinde kurulu Hilton’da kalacağız. Hem de en üst katta. Oh ne ala ne ala.

Havaalanından şehre kadar olan yol hayli uzun. Bir buçuk iki saat kadar. Denizi doldurarak inşa ettikleri otoyolda trafik o kadar akıcı ki, insan yirmidört milyonluk Seul’de trafik sorunu olmadığı zannına kapılıyor. Ve fena halde yanılıyor. Otoyoldan çıkar çıkmaz kendimizi tam da iş çıkış saatine denk geldiğinden, Eminönü trafiğinden beter bir trafiğin içinde buluyoruz.

Hiç şikayetçi değilim, çünkü dura kalka gittiğimizden şehri doya doya seyredebiliyorum. Ortasından su geçen bütün şehirler gibi Seul de alımlı bir şehir. Otobüsümüz beşyüz kilometre uzunluğundaki Hangang Nehri’nin iki yakasını birleştiren kırksekiz köprüden birinden geçtikten sonra, otelin bulunduğu tepeyi de ağır aksak tırmanıp bizi Hilton’un kapısına bırakıyor.

SEUL’ÜN SALI PAZARI NAMDAEMUN

Sizi bilmem ama bende, tanımadığım her şehirle karşılaşmamdan geriye laytmotiv bir görüntü kalır. Ne zaman o şehrin adı geçse, o görüntü gelir gözümün önüne. Seul denince bundan böyle çiçeğe kesmiş kiraz ağaçlarını düşüneceğim. Şehri çevreleyen bütün tepeler, yol kenarları, parklar hatta caddeleri bölen refüjler, pempe beyaz çiçek açmış kiraz ağaçlarıyla dolu çünkü.

Seul’ün kirazla nasıl tanıştığını çıkarmaya çalışıyorum.

Gitmedim ama kiraz ağaçlarının Japonya’nın alameti farikası olduğunu bilirim. Her Japon şairin de bir adet kiraz güzellemesi yazdığını... 35 yıl süren Japon işgali sırasında mı geldi bu ağaçlar buraya, yoksa başka bir zamanda mı? Bilen birine sormalı.

Otele giderken önünden geçtiğimiz bir çarşı dikkatimizi çekiyor: Cebimdeki adreslerde de adı olan, Seul kitapçıklarında gidilmesi salık verilen Namdaemun Market, otele iki adım mesafede. Biraz soluklandıktan, Seul’ün şerefine iki kadeh şampanya kaldırdıktan sonra Namdaemun Market’e gitmeye karar veriyoruz. Bir şey almak adına değil, şehri koklamak adına. Bizdeki Salı Pazarı benzeri bir yer çıkıyor karşımıza. Namdaemun insan kaynıyor. Çarşıda sebzelerle birlikte akla gelen her türlü ıvır zıvır satılıyor. Biraz dolaştıktan sonra otele dönüyor ve kafilenin geri kalanıyla buluşup ülkeye gelen bütün turistlerin götürüldüğü Nan Ta adlı şovu izlemek üzere yeniden yola koyuluyoruz.

ÇATAL BIÇAKLA YAPILAN MÜZİK

Nanta, sözsüz demek. Küçük bir tiyatroda sahne alan beş kişi, gerçekten de görülmeye değer bir şov sunuyorlar. Dekor bir mutfak ve oyun kısa bir sürede kallavi bir ziyafet yetiştirmek zorunda olan beş aşçının etrafında dönüyor. Sahnede bir yandan yemek pişiriyor bir yandan da ellerine geçen çatal, bıçak, tava ve kapaklarla müzik yapıyorlar. Hepsi usta oyuncu, hepsi usta müzisyen, hepsi illüzyonist, hepsi mükemmel dansçı aynı zamanda. Boşuna Broadway’de de başarı kazanmamışlar.

Ertesi gün, sabah sekizden başlayarak geceyarısına kadar uzanan ve insana dakika bırakmayan bir programın bizi beklediğini öğrenince sevinsek mi üzülsek mi bilemiyoruz. Programa göre saat sabahın sekizinde yola çıkacak, önce Hangang’ın öte yakasındaki balık pazarına, onu takiben Asya’daki en büyük yeraltı çarşısını ihtiva eden devasa kompleks COEX’e, ardından yüzde yetmişi dinsiz olan ve kanımca bu yüzden elli yıl gibi kısa sürede dünyanın önemli ekonomilerinden biri haline gelen ülkenin, geriye kalan yüzde otuz inançlıları arasında en fazla sayıya sahip Budistlerinin, Buda’nın yaşgününü kutlamaya hazırlandıkları tapınağa, öğle yemeği için gerisin geri otele, öğleden sonra bizi ağırladıklarını o sırada öğrendiğimiz Seul Turizm Organizasyonun Başkanı Mr. Doo ile görüşmeye, oradan şehrin beş sarayından biri olan Gyeongbokgung Sarayı’na, oradan butikleri ve galerileriyle ünlü İnsadong bölgesine, ardından eski bir Kore evinde geleneksel Kore yemeği yemeye, sonunda da Miso müzikalini izlemek için Chondong tiyatrosuna gideceğiz.

Gittik mi, gittik. Gördük mü, gördük. Peki öldük mü, evet öldük.

Geçen hafta da yazdım, acemi ve sarsak bir organizasyondu diye. Evet öyleydi ama bunda bizi ağırlayan Seul Turizm Organizasyonunun en küçük dahli yoktu. Seul’dekiler 2010 yılında Asya’nın görülesi şehri seçilen ve 2013 yılına kadar sürecek etkinliklerle dünyaya tanıtacakları şehirlerini Türkiye’den gelen gazeteci kafilesine hakkıyla tanıtabilmek için ellerinden geleni yapmış ve bir gün gibi kısacık bir sürede şehrin bizi ilgilendireceğini düşündükleri her yüzünü göstermek için yoğun ama mükemmel bir program hazırlamışlardı.
Yazarın Tüm Yazıları