Geçen hafta yazıyı Masa Dağı’nın tepesinde noktalamışım. Gün batımında kızıla kesen okyanus karşısında nasıl kalakaldığımızı anlatmışım, vurgun yedik diyerek. Sonrasını bu haftaya bırakmışım. İşte anısı gitgide soluklaşan Afrika’dan geriye kalanlar.
Döneli neredeyse iki hafta oldu.
Her yolculuk sonrası evlere dağılmadan içtenlikle dile getirilen, ama nedense hiç gerçekleşmeyen mutlaka görüşelim temennisi bu kez havada kalmadı.
Meleklerle yeniden bir araya geldik.
Arnavutköy’deki evde bu kez daha kalabalığız.
Hem üşenmeyip taşıdığımız şarapları tadacak hem de sevdiklerimizle birlikte Zeynep’in çektiği fotoğraflara bakacağız.
Zeynep tadıma Meerlust Rubicon 2003 ile başlamayı öneriyor.
Cape Town’daki ilk gecemizde, başkentin en havalı lokantalarından Haiku’da tattığımız şarap bu. Cabarnet, Merlot, Cabarnet Franc karışımı, ülkenin en önemli şarap bölgesi Stellenbosh’ta üretilen zarif bir şarap.
İlk yudumla birlikte ilk fotoğraf geliyor: Güney Afrika’daki ikinci günümüz. Oniki Havari Oteli’nin terasında kahvaltımızı ettikten sonra otelin hazırladığı piknik sepetiyle birlikte minibüsümüze binmiş, fotoğraf molası vere vere Ümit Burnu’na gelmişiz. İki okyanusun birleştiği, Atlantik’in soğuk akıntısına Hint Okyanusu’nun sıcak akıntısının karıştığı denizcilerin korkulu rüyası, her daim rüzgarlı Ümit Burnu aslında kayalık, çorak bir sahil. İleride üzerinde bulunduğumuz noktanın enlem ve boylamının yazıldığı Afrika’nın en uç noktasına hoşgeldiniz diyen tahta bir pano ve onun arkasına geçip fotoğraf çektirmek için bekleşen küçük bir turist grubu var.
Biz de onların yaptığını yapıyor, kayalar üzerinde sekerek tahta panonun ardına geçiyoruz. Fotoğrafta bile ne kadar üşüdüğümüz belli. Saç baş bir yanda, titreşerek birbirine sarılmış üç kadın. Günün o saatinde, hava o kadar serin, rüzgar o kadar keskin ki, ikinci pozu vermeden koşa koşa minibüsün yanına dönmüş ve güldü mü yüzünün her köşesiyle gülen şoförümüz Paul’ün piknik sepetinden çıkarıp hazırladığı Güney Afrika’ya özgü bir içki olan İrish Cream benzeri Amorillo’larımızı içmiştik.
İlk yudumu izleyen bu ilk fotoğraftan sonra ikinci yudum ve ikinci fotoğraf geliyor: Babunlar. Yol kenarına oturmuş birbirlerinin bitlerini ayıklıyorlar. Paul’ün ve o gün için rehberimiz olarak bellediğim, kısa süre sonra rehberden öte biri olduğunu kavrayacağım Ahmet Turgut’un talimatı kesin. Camlar sıkı sıkıya kapanacak ve fotoğraf çekmek için bile olsa aralanmayacak. Gerektiğinde leoparı bile sindirebilen bu iri maymunların şakası yok çünkü. Yemek kokusu aldılar mı saldırıyorlar. Sonraki fotoğraf penguenler. Penguenlere ev sahipliği yaptığı için Penguen Sahili olarak adlandırılan kumsalda gülerek el kadar kuşların paytak paytak denize koşuşlarını izliyoruz. Ardından gelen fotoğraflar Güney Afrika’nın insanın içine işleyen doğasından: Tüten okyanus. Dumanlı dağ. Uçuşan bulutlar. Metrekaresinde Yağmur Ormanları’ndan fazla çeşit bulunduğu için UNESCO tarafından dünya mirasına alınan uçsuz bucaksız makiler, çatısı samanlarla kaplı yalnız bir villa, dağa tırmanan yolda ter kan içerisinde pedal çeviren bisikletçi kafilesi, köpeklerini dolaştıran yaşlı bir teyze, hediyelik eşya satan derme çatma masanın etrafında oynaşan kara tenli çocuklar...
Arnavutköy’de açılan ilk şişe çoktan bitti bile.
İkinci tadım gene bir Meerlust. Meyvemsi harika bir Merlot 2004.
Bir yandan televizyonun geniş ekranında fotoğrafları izleyip bir yandan da bu zarif şarabı nerede tattığımızı hatırlamak için tuttuğum notlara göz atıyorum
Bu nefaseti La Colombe’da içmişiz.
İşte fotoğrafı da geldi.
Pazartesi öğle yemeği. Bölgenin en eski Costantia şarap bölgesinde, Costantia Uitsig malikanesinin arka bahçesindeki ünlü Colombe lokantasındayız.
Ben önümdeki tabağı inceliyorum. Zeynep, kadehindeki şarabı kokluyor. Selin Fransız şef izinli olduğundan mutfaktan sorumlu irikıyım şef yardımcısıyla sohbete dalmış. Çevre masalarda Cape Town’un tumturaklı aileleri olduğunu sandığımız müşteriler iştahla yemeklerini yiyorlar. Biz de birbirimizin yemeklerinden tatmak amacıyla üç farklı sipariş vermişiz: Bıldırcın, somon ve ceylan.
Yemekler o kadar lezzetli idi ki, kürdan gibi olduklarına bakılırsa nokta gibi mideleri olduğunu düşündüğüm melekler bile o gün tabaklarında kırıntı bırakmadı. Üstüne bir de tatlı istedik ve 19. yüzyıl sonunda Afrika Misket bağlarını vuran filoksera salgınıyla yok olan, bir süre önce yeniden yapımına başlanan dünyaca ünlü Klein Constantia 2002 içtik. Ve amber renkli bu tatlı şarabın ününün hakkını fazlasıyla verdiğini düşündük.
Fotoğraflar birbirini izliyor: Balina turizminin gözbebeği küçük Hermanus kasabasındaki Marine otelin çimenlerine uzanmış eylül güneşinin tadını çıkarıyoruz. Biraz ileride kasabanın yaşlıları beyaz giysiler içinde kriket oynuyor. Zaten bu ülkede spor yapmamak günah sayılıyor. Golf, kriket, beyzbol ve rugby en gözde sporlar. Buna bisikleti, atletizmi, dalga sörfünü ve dalmayı da ekleyin. Kimsede ne beyazlar ne siyahlar, ne gençler ne yaşlılarda tek gram yağ yok. Zıpkın gibiler. Öğle yemeğinde afiyetle koca bir tabak paella yemiş ve birkaç kadeh Asara Shiraz içmiş olmanın verdiği suçluluk duygusundan olsa gerek, döner dönmez rejime başlamaya karar veriyorum. Karar yetmiyor, ant içiyorum.
Boğaza bakan evde, bizimle birlikte fotoğraf seansını izleyenler Birkenhead House’un fotoğrafını görünce konuşmayı kesiyor ve sözleşmişler gibi bir ağızdan buranın neresi olduğunu soruyorlar.
Zeynep cevap vermeden sona sakladığımız şişeyi getiriyor. Bir Rupert and Rotchield-Baron Edmond 2003 bu. Orada tattığım şarapların bence en iyisi.
Aslında Güney Afrika’da içtiğim her şarap gerçekten müthişti. Bunda meleklerin gitmeden yaptığı araştırmaların, hatta bulunmaz diye ayırttıkları şişelerin de etkisi var elbet.
Kaldığımız her yer, yediğimiz her yemek, tattığımız her şarap, gittiğimiz her bağ aynı özenle seçildiğinden beş gün rüya gibi geçti.
On İki Havari Oteli dışında iki yerde daha konakladık ki nasıl anlatsam?
Hermanus kasabası yakınlarındaki Birkenhead House, Jane ve Phil adlı karıkocanın ülkenin değişik yerlerinde bulunan butik otellerinin ilki. Okyanusa uzanan kayalıklar üzerine inşa edilmiş yan yana iki yapı düşünün. Birincisi altı odalı özel bir villa. İkincisi on bir odalı küçük bir otel. Hem villa hem otel gerçekten görülmeye değer. Biz villada kaldık ve kapısından girdiğimiz anda ertesi gün ayrılacak olmanın sıkıntısını yaşadık. Tadının damağımızda kalacağı gün gibi aşikardı. Bu kadar kısa süre içerisinde ne terasın ne havuzun ne de bizi bütün yorgunluğumuzdan arındırmak için bekleyen masörlerin keyfini çıkaramayacağımız da.
Bu düş otelinden ayrılırken bir sonraki durağımız Franschhoek köyündeki La Residence’ın daha da akıldan çıkmaz bir yer olduğunu elbette bilmiyordum.
Gene aynı çiftin gene müthiş iddialı bir başka butik oteli.
Odaların hepsi farklı döşenmiş, okyanus yerine vadiye ve şarap bağlarına bakan, verandası içinde ördeklerin yüzdüğü küçük bir gölete açılan harika bir otel.
Hepsini, olur da yolu bu uzak ülkeye düşenler olursa şiddetle tavsiye ederim.
Beş günlük gezimiz aslında bir şarap tadım gezisi.
O yüzden iki gün Cape Town’da kaldıktan, müzeye benzemeyen müzesini, gidilmezse olmaz Ümit Burnu’nu, çıkılmazsa ayıp Masa Dağı’nı gezdikten sonra çevredeki bağları dolaşmaya başladık.
Constantia gibi eski, Vergelegen gibi prestijli ve üniversite şehri Stellenbosch civarındaki Assara gibi köklü şarap yapım evlerini ziyaret ettik.
Afrika’nın ucunda ne iklimi Afrika iklimine ne toprağı Afrika toprağına ne de bizatihi kendi hayallerde canlanan Afrika imgesine benzemeyen bu ülkede geçirdiğim beş günü ömrüm oldukça hatırlayacağım kesin.
Meleklerin gelecek yıl düzenleyecekleri Botswana safarisini iple çekeceğim de.
Gerçekten her ikisine de bu unutulmaz yolculuk için bir kez daha teşekkürler.