Ne yapın edin hobilerinize zaman ayırın

Geçen hafta neredeyse iki gece üst üste Mövenpick oteldeydim, denk geldi.

İlki Gusto Dergisi’nin düzenlediği Lezzet Durakları kurslarından üçüncüsünü izlemek, diğeri Mutfak Dostları Derneği’nin gala yemeğine katılmak için.

Şu son beş yılda ucundan da olsa yemek işine bulaşmanın bana iki getirisi olduğunu düşünüyorum.

Biri için ne kadar övünsem, diğeri için ne kadar dövünsem yeridir.

Övünme nedenim belli. Onlar sayesinde gerçekten değerli insanlarla tanıştım.

Dövünme nedenim de belli. Hayatım boyunca almadığım kadar kilo aldım. Gülü seven dikenine katlanır deyip geçmek mümkün, ama olmuyor.

Gönül dikensiz gül bahçesi istiyor.

Geçen hafta İstanbul her yıl olduğu gibi bir kez daha lodosa teslim oldu, damlar uçup iskeleler battı ya, işte üç gün süren o meşhur fırtınanın başladığı gece, saat yedide buluşmak üzere Mövenpick oteline giderken katılımın bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda kalacağı bir tadım gecesine gittiğimi düşünüyordum, ne yalan.

Gusto Dergisi’nin sahibi Mehmet Yalçın, yıllardır sürdürdüğü şarap kurslarına bu yıl Lezzet Durakları adını verdiği ve her birinde farklı bir lezzetin tanıtıldığı yeni kurslar eklediklerini, düzenledikleri bu kursların üçüncü ayağı olarak da peyniri seçtiklerini söyleyerek beni davet ettiğinde, Üçler Market’in peynir reyonunda peynir tatmakla meşguldüm.

Yapmakta olduğum işi söylediğimde gülüştük ve 19’u akşamı için sözleştik.

Kaç zamandır Mehmet’in düzenlediği şarap kurslarına gitmek istiyordum zaten.

Birlikte katıldığımız kimi basın gezilerinde nasıl ortadan kaybolduğunu nasıl bir koşu gidip bu kurslarda tanıtmak için özel şaraplar aradığını, istediğini bulamadığında nasıl üşenmeden yolculuğu uzatma pahasına yakın şehirlere gidip keşiflerini orada sürdürdüğünü biliyordum.

Peşine takıldığım ve sayesinde tek başıma asla bulamayacağım şaraplar edindiğim de olmuştu.

Kısaca onun yaptığı işi düzgün yapmayı sevdiğini, bunun için emek ve zaman verdiğini, bu kurslarda da şarabı abecesinden başlayarak inceliklerine varana dek dek didik didik ettiğini bilmez değildim ama beni asıl ilgilendiren katılımcılardı.

Birileri, üstelik azımsanmayacak sayıda birileri, işi gücü bahane tutmadan şarabın sırrının peşine düşüyordu anlaşılan.

Peki kimdi o birileri? Merak ediyordum...

Türkiye bana sorarsanız hobi düşmanı bir ülkedir. Kimseye hobilerine ayıracak zamanı tanımadığı gibi onlarla uğraşacak mecal da bırakmaz. Oysa hobisiz bir hayat, evle iş arasına çekili düz bir çizgide yaşayıp ölmeye benzer.

Ne kadar istediysem de becerip o kurslara gidemedim. Bu peynir gecesiyle elime bir fırsat geçmişti işte. Fırsat bu fırsattı ama bu kez de hava muhalefeti vardı. Otele girerken üç beş kişilik küçük bir toplulukla karşılaşacağımdan neredeyse emindim. Halt etmişim.

Uzun U masada hepi topu iki kişilik boş yer vardı. Biri benimki, diğeri benden sonra gelen ve geciktiği için özür dileyen başka bir peynir severinki.

Masada iri tabaklar ve onların önüne dizili sekiz adet kadeh var. Tabaklarda da çoğunluğu Fransa’dan getirtilen envai çeşit peynir.

Mehmet, anlatmaya taze keçi peyniri ve onunla eşleştirdiği şarapla başlıyor ve adım adım güçlü peynirlere doğru yol alıyor. Brie de maux, Crottin, Munster, Rouqefort, Gorgonzola ve benim için gecenin sürprizi Manchego. Güçlü peynirlerle içilen demi sek bir şarabın, peynirin tadını nasıl şahlandırdığını, aynı peynire eşlik eden bir Cabarnet’nin ise peynire nasıl haksızlık yaptığını görüyoruz.

Tadım iki saatin sonunda bittiğinde katılımcılar birbirlerine iyi geceler diliyor ve hızlı adımlarla hayatlarına dönüyorlar. Bu süre içerisinde hepsine çaktırmadan bakmaya ve kimler olduklarını çıkarmaya çalışıyorum. Görebildiğim tek ortak özellikleri yüzlerindeki ifade. Hepsinin de yüzünde el birliği etmiş gibi kendileri için bu küçük parantezi açmaktan, şu koşturmalı hayatta zevk aldıkları bir şey yapmaktan duydukları mutluluğu yansıtan bir gülümseme var.

Onun dışında pek bir ortaklıkları yok gibi.

Mehmet’i severdim de o gece hobisini zamanla nasıl işi haline dönüştürdüğünü bunu da nasıl hayatının merkezine yerleştirdiğini gördükten sonra daha da sevdim. Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz diyenlere inanmayın. O deyim geçmişe ait.

Mehmet’e ve fırtınaya aldırmadan gelen otuz kişiye bakın. Ve ne yapın ne edin hobilerinize zaman ayırın.

PATATESTEN İBARET GURME MÖNÜSÜ!

İki gece sonra yine Mövenpick’teyim. Lodos daha da azmış. Ama bu kez katılımın yüksek olduğuna adım gibi emin olduğum bir yemeğe gidiyorum. Mutfak Dostları Derneği’nin gala yemeğine...

Otelin yaklaşık on beş yıldır İstanbul’u mesken tutan ünlü şefi Maximilian Thomae, Mama Jatha adını verdiği patatesten ibaret bir mönü hazırlamış.

O gece öğrendim. Mama jatha, Peru yaylalarında yaşayan And yerlilerinin patatese verdikleri admış.

Patatesten ibaret bir gurme mönüsü dediğimde şaşırdığınızı görür gibiyim. Şaşırmakta da haklısınız. Sizin gibi ben de şaşırdım.

Patates hepimiz için düz ayak bir sebzedir çünkü. Sevmesine severiz de ondan müthiş tatlar elde etmeyi aklımızdan bile geçirmeyiz.

Frenklerle Almanlar bu konuda bizden birkaç adım öndedirler ama o kadar.

Oysa Max o gece ne Frenk’in ne Alman’ın eline su dökemeyeceği bir mönü ile çıktı karşımıza.

Salonda onar kişilik dokuz masa var.

Dernek Başkanı Ahmet Örs, yemek öncesi şefle konuşurken mönünün hakkının verilmesi için galanın kaç kişi ile sınırlandırılması gerektiğini sormuş ve ondan doksan kişi olduğu takdirde mutfağın zorlanmayacağı cevabını alınca davetli sayısını sınırlı tutmuş.

Kapıdan girerken gözüme köşeye dizilmiş diş kirası paketleri ilişti. Adınız Mutfak Dostları Derneği, işiniz de bilimsel olarak mutfak kültürünü araştırmak, desteklemek, gönül verenlere arka çıkıp yemeklerden tutun da yemek adabına varıncaya kadar bu kültürü dört bir yanından kucaklamak ise o zaman kapıda da diş kiraları durur elbette.

Türk mutfak kültürünün en hoş geleneklerinden biridir çünkü diş kirası. Ev sahibinin, misafirlere giderken teşekkür etmek için verdiği küçük hediyeler demek olan diş kiraları, yenilen yemeğe, paylaşılan sohbete hürmeten verilirler.

Mutfak kültürü denen şey de özü itibariyle bu demek değil midir zaten?

Mövenpick’teki gala yemeği benim Mutfak Dostları Derneği ile tabiri caizse ilk karşılaşmam. Salonda hem samimi hem resmi bir hava var. Samimiyet birbirlerini uzun süredir tanıdıklarını düşündüğüm, aynı yola baş koymuş insanların bir araya gelmesinden kaynaklıyor. Resmiyet ise o insanların duruşundan. Erkeklerin hepsi değilse de çoğu smokinli, kadınlar zarif ve kadın erkek her üyenin boynunda üye olduklarını belirten, gümüş bir kaşıkla taçlandırılmış bordo renkli regalyalar var.

Üyelerden birinin maharetli eşi, eski regalyaların yerine yenisini yapmış ki elleri dert görmesin. Diğerleri pek bir asık yüzlüymüş çünkü. Biraz hakim cüppelerinin yakaları gibi.

Yemek, Başkan Örs’ün kısa konuşmasının ardından başlıyor. Patates hamsi düeti geliyor önce. Nefis. Ardından patates konsomesi. Enfes. Ana yemek olarak patates mantosunda Japon mantarlı dana. Mükemmel. Sonunda da patates dondurması. İnanılmaz. Ve sürpriz olarak da patates bahçesi.

Sonuç o kadar başarılı ki, Mövenpick otelinin genel müdürü bu denemenin bir gala gecesi ile sınırlı kalmasını istememiş doğal olarak.

İki hafta içinde Mövenpick’e gidenler bu müthiş mönüyü deneyebilecekler. Giderlerse yavan bir tadı olduğuna inandığımız ve genellikle doymak için yediğimiz bu yumrularla ne harikalar yaratıldığını görecekleri kesin.

Şef Maximilan Thomae’ye şapka çıkaracakları da.
Yazarın Tüm Yazıları