Geçen hafta, belki de uzun zamandır ilk defa zamanından önce bitirmek ve bir iki hafta rahat etmek için Gusto yazısına başladım. Biraz yazdım da. Sonra kapı çaldı, birileri geldi, her zaman olduğu gibi niyet nihayete ermedi.
Konu yılbaşı hediyeleri ve o paketlerin olmazsa olmazı ajandalar üzerineydi. Bir iki gün sonra gene bilgisayarı açtım, bu kez bambaşka bir yazı yazmaya başladım: Dil balığının peşinde iki gün. O da bir şekilde yarım kaldı. Üçüncü ve sonuncusu ise açık mektuptu. Faruk Malhan’dan Feza Fırat’a sevdiğim ve önemsediğim pek çok kişiye tutamadığım sözler adına dilediğim bir tür özür mektubu. Onun da akıbeti aynı oldu. Bugün yazının teslim günü ve elimde ola ola üç yarım karalama ile aklımda koca bir boşluk var. Affola.
İlk yazıya şöyle başlamışım:
Bayram da geçti şükür.
Şimdi yılbaşına kadar sürecek hummalı günlere girdik.
Bu yıl krizin etkisiyle belli ki insanların canı fena sıkkın. Belki önceki yıllarda olduğu gibi üç haftaya yayılan erken yılbaşı kutlamalarında, çalışanlarla müşerileri bir araya getiren ofis partilerinde, küçüğünden büyüğüne, naylonundan gerçeğine çam ağaçlarının, envai çeşit Hoş Geldin 2009 kabartmalı yılbaşı kartlarının, çingenelerin kovalarını dolduran dikenli kokinaların satışlarında ve birbirine al gülüm ver gülüm yollanan hediye paketlerinde bir azalma olur, ama yılbaşı gene de yılbaşıdır.
İstediği kadar kriz olsun, geçmişin muhasebesinin yapıldığı, gelecek düşlerinin kurulduğu günlerdir bu günler.
O yüzden umudun son kalesi Milli Piyango’ya rağbetin azalacağını sanmam. Gene Nimet Abla gişesinin önünde insanlar bekleşecek, gene herkes şans kuşunun peşine düşecek.
Herkesin yılbaşı öncesi sevinci kendine, ama yılın bu son ayının benim için mükemmel ajandayı bulma ayı olduğu kesin. Ciddi ciddi bir ajanda delisi olduğumu düşünüyorum.
Evin içi, çekmeceler, hatta kütüphanenin neredeyse koca bir rafı kullanılmamış ya da kullanıldığı halde kıyılıp atılmamış ajandalarla doluysa bunun bir açıklaması olması lazım zira.
Aralık ayının başında ortaya aklımı çelen türlü çeşit ajanda saçılır. Ve ben işi gücü bırakır mükemmel ajandanın peşine düşerim.
Her yıl sektirmeden aldığım ve almadığım takdirde yılın tatsız geçeceğine inandığım Ece Ajandası gibi klasiklerin dışında neredeyse piyasada bulunan her ajandayı ince elek incelerim.
Ajanda deyip geçmemek gerek. Gösterişlisi bol olsa da kullanışlısı azdır aslında. Ya da şöyle söylemeli, her insanın ihtiyaç duyduğu ajanda başka.
Cici ev kadınlarına Harrods’un her tür çantaya rahatlıkla sığabilen incecik ajandası yeter de artarken, aynı ajanda gününü toplantıdan toplantıya savrularak geçiren birine nezleyken uzatılan dantelli mendil gibi gelir.
Hayatı sekreter, asistan, yardımcı gibi kişiler tarafından düzenlenenlerin beğendikleri, büyük ofislerinin üzerinde karılarıyla çocuklarının gümüş çerçeveli resimleri dışında pek az eşya bulunan büyük masalarında bir zerafet abidesi olarak duran, tercihen de siyah kaliteli deri cildinin sağ alt köşesinde altın kabartmayla adlarınin ilk harfleri yazılı olanlardır.
Yazarın, ressamın, sanatçının ajandası aklına geleni yazmak, gözüne ilişeni çizmek için boş alanı bol, gün ve tarih dışında fazla teferruat içermeyendir.
Çöp vergisinin son gününü, emlak vergisinin ilk gününü hatırlatanları genellikle hesaplarını serbest çalışan muhasebecilere tutturan ve başta muhasebeci olmak üzere kimseye güvenmeyen iki masa bir kasa küçük işyeri sahipleri seçer.
Mikli gözlük takanlar frapan renkleriyle göze çarpan ve aykırı bir ayrıntıyla taçlandırılan sıradışı ajandaları sever. Bağa gözlük takanlarsa her yıl içini yeniledikleri ve cildi ne kadar eskirse o kadar güzelleştiğini düşündükleri ham deri kaplı ’Bisonte’leri.
Saymakla bitmez aslında...
Yakın gözlüğü kullananlar için yazı tipi önemlidir. Dolmakalem hastaları için önemli olan kalem koyma yeridir. Demem o ki, kimilerinin yanından ayırmadığı, kimilerinin kilitli çekmeceden çıkarmadığı ajanda seçimi ciddi iştir.
Bana gelince işim zor.
Bunca meraklısı olmama rağmen gönlümün istediği ajandayı bulduğum söylenemez ama pilavdan dönenin kaşığı kırılsın misali umudumu da kaybetmiş değilim. Daha on günüm var. 1 Ocak sabahı temiz bir sayfa açacağım kesin.
...
Buradan dili nasıl eğip bükecek ve lafı nereye bağlayacaktım kim bilir. Tam da yeni sayfa açacağım dediğim noktada kapı çalmış anlaşılan.
Gönlümün sultanı kalkan
Gelelim ikinci müsveddeye...
O da şöyle başlıyor:
Boğaz’ın sultanı nasıl lüferse gönlümün sultanı da kalkan benim.
Kalkan mevsimi başlar başlamaz benim için Kahraman’ın mevsimi de açılır. Rumeli Kavağı’nın ara sokağında, ne deniz manzarası ne de afili başka bir numarası olan bu tipik balıkçıda yapılan kalkan ızgara bir başka güzeldir. O ızgaraya arka bahçede yetiştirilen çıtır rokayla mis kokulu domates salatası eşlik eder. Bunların yanında elbette birbirinden lezzetli yığınla meze ve bir o kadar da balık çeşidi vardır ama dediğim gibi Kahraman’ın özelliği ızgara kalkandır ve gidenler büyük tepsilerde gelen o mis gibi kalkanı doyasıya yemek için genellikle diğer çeşitlerden feragat eder.
Lokantanın ilk müdavimleri iyi ve ucuz yemek yenilen yerleri keşfetmekte uzman olan Musevilerdi. Sonra ünü yayılmaya başladı. Onlar, onlardan duyan Beyaz Türkler, gazeteciler, sporcular, siyasiler derken Kahraman iğne atsan yere düşmez bir yer oldu. Gelen ünle birlikte birşeyler değişti elbette. Hayır, yemeğin kalitesinde olmadı bu değişim. Gene ızgara kalkan harika gene mezeler leziz lakin fiyatlar uçmuş gitmiş.
Bu uçuşta her gittiğimde duvara asılı fotoğraflara eklenen ünlü simaların etkisi var mı yok mu bilemeyeceğim, ama fiyatların ve fiyatlarla birlikte orayı mesken tutan Museviler’in uçup gittiği kesin.
Hatırlarsanız Kahraman bir süre önce başbakanımızın teşrif ettiği ve yemek yiyen diğer müşterileri su bardağını kaldırarak selamladığı mekan.
Ardından yazılar yazılmış, kadeh kaldırsın mı kaldırmasın mı tartışmaları yapılmıştı.
İşte o Kahraman’a geçen pazar Sarp’la birlikte gidelim dedik.
Gittik de...
Zar zor iki kişilik bir masa bulup oturduk. Niyetimiz de, ne yiyeceğimiz belli de, servis yapan garson haklı olarak iri bir kalkanın ikimize fazla geleceğini, küçük olanı da benim sevmeyeceğimi söyleyerek dil balığı önerdi.
Haklıya ne denir, olur dedik.
Yanına bir tabak domates salatası, iki midye dolması ve bir porsiyon midye kızartması söyledik.
Ve şarap.
Ve tam tamına 380 lira ödedik.
Merak ettim dil balığının adedi 75 liraymış.
Gene merak ettim, dönüş yolunda Tarabya’daki Kıyı’ya oradan Bebek’teki Poseidon’a yani zinhar ucuz olmayan tumturaklı lokantalara uğrayıp dil balığını kaça sattıklarını öğrendim. Küçük 35, iri 40, kallavi 50 lira. Evin karşısındaki balıkçıdaki fiyatı ise gelen geçene 20, bana 15 lira.
Yenilen bu kazıktan çıkarılacak sonuç ne peki?
Musevilerin boşalttığı mekanı doldurmayacaksın, bir. Fiyatını öğrenmeden masaya oturmayacaksın, iki. Başbakanın yolunu öğrendiği yerlere gitmeyeceksin, üç. Ha bu da sana ders olsun, dört.
...
Bu karalama da burada kalmış. Üçüncüye yer kalmadı. Ama anlayan anladı.