Parmak hesabı yapıyorum, 18’i mi, iyi. Tam da cumartesiye, yazı gününe denk geliyor.
Geçen yıl hafif boynu bükük duran ağaçlar canlanmış, boy atmışlar. Çiçekler serpilmiş, oteli deniz altındaki SPA’ya bağlayan büyük bahçe kendine gelmiş.
Geçen yıl Türkbükü’nde açılan Kuum Otel’deyiz. Yani İrfan Kuriş’in kalesinde.
Gökhan Avcıoğlu’nun çizdiği, Çağlayan Tuğal’ın iç mimarisini üstlendiği, kiminin bayılıp kiminin nefret ettiği Kuum Otel’de.
yemek-mutfak * ağırlama-sofra adres-mekan * içki-sigar mey-meyhane lokanta-bar * çay-kahve ev-dekorasyon tasarım düzenleme çiçek-bahçe televizyon haber-dizi tatil-gezi-şehir otel-spa-sağlık * yoga-reiki kişisel gelişim güzellik-makyaj moda-alışveriş sinema-tiyatro edebiyat * insan-portre * |
İrfan buraya kadar yazdıklarımı okusa, bir tek İrfan’ın kalesi dememe itiraz eder, biliyorum.
Olur mu öyle şey der, ortağı Uğur Tunçel’in adını verir, burası benim değil bizim kalemiz der. Ama Kuum’la yatıp Kuum’la kalktığından mı, ilk kazmanın vurulduğu andan son çivinin çakıldığı güne kadar işin başında durduğundan mı, garsonun tırnağından DJ’in bıyığına kadar her şeye karıştığından mı bilmem, benim için Kuum İrfan’ın kalesi.
Kuum’u kim seviyor kim sevmiyor faslına gelince... Orası karışık. Beton yığını deyip geçenler de var, ortaya çıkan işe bayılanlar da...
Biraz gelenekçi-yenilikçi ayrımı.
DENİZ MANZARALI HAMAM
Alengirli bir girişi olan SPA’ya giriyoruz. Geniş merdivenlerin karşısındaki resepsiyon çakıl taşlarından yapılmış.
Gabi fotoğraf çekmeye davrandığımı görünce hemen deskin üzerindeki ufak tefeği düzeltmeye başlıyor, henüz tam olarak yerleşemedik, diye anlatmaya başlıyor. Meğer iki gün önce VIP odalarından birindeki jakuzi taşmış ve her yeri bir karış su basmış.
Önce hamama giriyoruz.
Büyük göbek taşı denize bakan pencerelerin tam karşısında. “Çok hamam gördüm, deniz manzaralısını ilk kez görüyorum”, diyorum Gabi’ye. “Ben de” diyor, “Deniz altına yapılmış SPA da pek alışıldık şey değil” diye ekleyerek. Bildiği kadarıyla bir Maldivler’de varmış öyle bir SPA bir de burasıymış.
Büyük hamamın yanında ikişer küçük hamamcık daha var. Olur da tek başına yıkanmak isteyen olursa diye...
Hamam faslını bitirdikten sonra turumuza devam ediyoruz. Büyük bir oda, yanında başka bir oda, onun yanında bir salon, soyunma bölümü derken 2 bin 200 metrekarelik alan, dolaş dolaş bitmiyor.
Ben mıncık makarna masajdan hazzetmediğim, buhara dayanamadığım, tütsü kokusuna bayılmadığım için pek SPA sevdalısı değilimdir. Hatta hoşlandığım bile söylenemez.
SPA DEĞİL UZAY MEKİĞİ
Gel gör ki, bu SPA benim daha önce gördüklerime hiç mi hiç benzemiyor. Kimi odalarda uzay mekiği gibi aletler duruyor, kimi masaj masalarının üzerinde onlarca duş başlığı var, kimilerini anlatmak içinse bilimkurgu edebiyatına aşina olmak gerekir.
Gabi üşenmeden tek tek hepsini açıklıyor.
Anladığım kadarıyla burada 35 Euro’dan 200 Euro’ya kadar olan bir fiyat aralığında gövdenizi ve yüzünüzü şımartmak için her şey mevcut.
Kullanılan ürünlerin hepsi yurtdışındanmış.
Temel yağlar Tayland’dan, yüz kremleri Barcelona’dan, kimi yosunlar da dünyanın öbür ucundan geliyormuş.
SPA severlerin de buraya gelip, kendilerini Gabi’nin yetiştirdiği ehil insanların ellerine bırakmaları gerekiyormuş.
Meraklılarına duyurulur.
Çok şef gördüm böylesini görmedimSPA’dan çıktım rıhtıma döneceğim, önümde platin saçlı, Karadeniz peştamalı önlüklü, düşük bel jean giymiş, ayaklarına da Converse’lerini çekmiş bir kız yürüyor.
Rıhtımın ucunda açılan Balıkçı’nın şefiymiş.
O da SPA gibi.
Bugüne kadar çok şef gördüm, böylesini görmedim.
Ebru Akpınar’a aklına şef olmanın nereden geldiğini soruyorum.
Marmara Üniversitesi’nde okurken para kazanmak için Körfez Lokantası’nda çalışmaya başlamış. Sonra Sunset, Lacivert, Liman ve daha onlarca iyi lokantanın mutfağında pişmiş. 2004 yılında gelip Bodrum’a yerleşmiş, önce kendi küçük kafesini açmış. Bu yıl ekonomik kriz, sorumluluğunu üstlendiği o kadar kişinin maaşlarını ödeyip ödeyememe korkusu derken İrfan’la çalışmaya başlamış.
“200 tane önlüğüm var”, diyor. “Günde en az 20 meze yaparım. Pilakimin üstüne pilaki tanımam. Vanilyalı ve safranlı levreğim iyidir. Bugünlerde pancarla yatıp pancarla kalkıyorum. Söylemesi ayıp ama aynı zamanda pasta şefiyim.”
Çık şu tezgahın üzerine de öyle fotoğrafını çekeyim diyorum, hoop tezgahın üzerinde...
Yazının buraya kadarına huysuz İrfan’ın gene itirazı olmaz, ama şeflerin şefi otelin mutfağından sorumlu Yılmaz Demir’in adını anmadan geçersem benimle selamı sabahı keser.
Gerçekten de Yılmaz Demir anılmadan geçilecek gibi değil.
İyi şef.
Özetle Yılmaz Usta ana mutfağın başında, Ebru, Balıkçı’da.
Nokta.
Marina’nın sırrı nedirBarış sağolsun, sahneye tepeden bakan bir masa ayırmış da Fatih Erkoç’u görerek dinleyebiliyoruz.
Buranın sırrını çözebilene aşk olsun.
Her yıl sonbahar, yaz, kış demeden hemen her yer sinek avlarken nasıl oluyor da hep böyle doluyor?
Şenkal’ın politikası mı? Küba yol arkadaşım barmen Barış’ın çalışkanlığı mı? Kalite-fiyat dengesi mi? Müziğin iyisinin seçilmesi mi? Ne?
Tahtalara tık tık. Tahtalara tık tık.
O gece sabahın erken saatlerine kadar Marina’dan ayrılamadık.
Ve Fatih Erkoç’a bayıldık.
Bir ses hiç mi çatlamaz? Hiç mi eskimez? Bundan 20 yıl önce nasıl idiyse aynı kalır.
Bir müzisyen hiç mi yıpranmaz? Hiç mi yorulmaz? Bundan 20 yıl önceki coşkusuyla çalmaya söylemeye devam eder.
Helal olsun, dedik.
Tahtalara tık tık. Tahtalara tık tık.
İsveç polisiyeleriKadınlar kitap, erkekler gazete okuyor, bu bir.
Kadınlar hep aynı kitabı, erkekler farklı gazeteleri okuyor, bu iki.
Bir de magazin dergileri var elbette.
Önce kadınlar sonra erkekler... Aynı iştahla sayfalarını çeviriyorlar... Bu da üç.
Bir tek turistlerin okumaları farklı.
Hiçbirinin elindeki kitap diğerinin elindeki değil.
Biri tarih okuyorsa diğeri polisiye okuyor, biri aşk romanı hatmediyorsa diğeri Julia Kristeva’nın satır altlarını çiziyor.
Tek istisna Steig Larsson’un üçlemesi; Millenium.
Kadını erkeği İngilizcesini, Fransızcasını yutuyor.
Eski gazeteci Larsson, ülkesinin de en çok okunan yazarlarından.
Her biri tuğla kalınlığında, üç kitap yazmış. Baş kahramanı çapkın bir gazeteci olan Blomkvist kendini ha bire gizemli olayların ortasında buluyor. Ve tahmin edilebileceği gibi hepsini şıpın işi çözüyor.
Larsson, kitaplarını yayınevine teslim ettikten sonra kalp krizinden ölmüş.
Şimdilerde İsveç’te onun gibi yazan pek çok yazar var ki, bunlardan biri de Karin Alvtegen adında genç bir kadın.
Onun romanları da çok satanlar listesinde.
Bildiğimiz Amerikan ve İngiliz polisiyelerinden farklı bir tür bu İsveç polisiyeleri.
Ben hepsini büyük keyif alarak okudum.
Eğer gözüpek biri çevirirse de herkesin aynı keyifle okuyacağından eminim.
En azından plajdakilerin.