Beni bu denli etkileyen ne peki? Ondan daha yoksul ülkeler gördüm.
Geçmişi acıklı, şimdisi karanlık, geleceği muallak ülkeler..
Şişik bir egonun elinde hamur gibi yoğrulan, açlıkla umutsuzluğun kol kola girdiği yerler.
Hepsi içimde çivi, aklımda mıh. Ama bu kez farklı.
Bu kez yüreğim yavru kedinin eline düşmüş yün yumağı gibi: Kördüğüm.
Araya zaman girmeden, zaman içimi çözmeden Küba üzerine edilecek her söz yarım.
Eksik değil yarım.
Kim bilir belki ileride tamamlarım.
Önce masal gibi anlatayım Bizim gibi oraya hoplaya zıplaya gidip bir süre kaldıktan sonra müreffeh hayatlarına geri dönenlerin kestikleri iki ahkam var.
Aynı ülkeye dürbünün farklı uçlarıyla bakılıyor sanki.
Biri güzellikleri büyüten bir masal.
Masal gibi anlatalım o zaman.
Bir varmış bir yokmuş Karayiplerin bu en büyük adasında Batista adlı bir kukla kendi ipinin adanın hemen kuzeyinde yer alan güçlü devletin karanlık adamlarının ellerinde olduğunu görmez ülkesini yönettiğini sanırmış. O ve çevresindekiler saray benzeri evlerde yaşar, günlerini gün eder, gecelerini kumarhane ve kerhanelerde geçirirlerken halk açlık ve sefaletten kırılırmış.
Gel zaman git zaman Arjantinli burjuva bir ailenin tıp okuyan oğlunun aklına yaşadığı kıtayı tanımak düşmüş. Bir arkadaşının eski motosikletinin arkasına atladığı gibi yola koyulmuş. Geçtiği her yerde gezdiği her ülkede gördüğü sefalet ve bu sefaleti zerre kadar önemsemeyen sefih yöneticiler içini kemirmiş, aklını bilemiş. Günlerden bir gün yolu kendi gibi ateşli, bu gidişata dur demek gerektiğini düşünen genç bir avukatla kesişmiş.
Ve bu iki idealistin karşılaşması yirminci yüzyılın en şiirsel devriminin yolunu döşemiş.
Batista devrilmiş.
İkili, dünya aydınlarının gözbebeği haline gelmiş.
Solcularının, gençlerinin, sanatçılarının.
Aradan tam kırk dokuz yıl geçmiş.
Adaya gidenler bu efsanenin doğduğu yeri de görebilecek olmanın heyecanıyla gitmişler oraya.
Hakkında okuduklarına, anlatanlardan duyduklarını ekleyince içlerini sevinç kaplıyormuş.
Ada halkı güzel, güleç, nazik, neşeli, cıvıl cıvılmış.
Dans ediyor, şarkı söylüyor, dünyanın hiçbir yerinde benzeri bulunmayan nefis romları birbiri ardına deviriyor, dünyanın en iyi tütününden sardıkları purolarını tüttürüyor ve hiçbir suçluluk duymadan özgürce sevişiyorlarmış.
Adanın ve Karayiplerin en büyük şehri Havana ellili yıllardan kalma bir kartpostal gibiymiş.
Heyhüla Amerikan arabaları, eskiden Batista yandaşlarına ait olan şimdi her odası bir aile barındıran revnaklı malikaneler, hepsi birbirinden şahane Kolonyal evler, okyanus boyunca uzanan ve aşıklara yataklık eden geniş caddeler, daracık sokakların açıldığı geniş meydanlar, göz alıcı kubbeli binalarıyla elli yıl öncesinde donmuş kalmış bir şehir.
İnsan kendini film setinde gibi hissediyormuş.
Her şey ama her şey bir film karesi gibiymiş.
Güneş, altın sahiller, mavi deniz de cabası.
Tabii gözü hálá bu adada olan kuzeydeki devletin yıllardır uyguladığı amansız ambargo da varmış.
Tabii bu yüzden ülkede istenilen her şey bulunamıyormuş.
Tabii evler onarılamıyor, elektrik telleri, su boruları örümcek ağı gibi şehri sarıyor ama bütün bu yokluk adanın dik başlı ve mağrur halkını bezdirmediği gibi şehre pitoresk bir güzellik katıyormuş.
Herkesin evi varmış. Hastaneler herkese açıkmış, bütün çocuklar okula gidiyor, her genç üniversite bitiriyormuş.
Daha da yazılabilir ama anlatılan üç aşağı beş yukarı bu.
Doğru mu doğru.
Aslında yokluklar ve yasaklar ülkesiŞimdi gelelim dürbünün öbür ucuna: Aslında gider gitmez Küba’nın bir yokluklar ve yasaklar ülkesi olduğunu
hissediyorsunuz.
Size dolardan daha değerli bir para veriyorlar. Peso convertible.
Halkın elinde peso convertible’nin yirmi beşte bir değerinde olduğu söylenen başka bir para birimi var.
Zaten Küba’da her şey turistlere ve Kübalılara olmak üzere ikiye bölünmüş.
Sizin kaldığınız otellere, gittiğiniz lokantalara, kulüplere hatta o canım plajlara bile Kübalıların girmesi yasak. Otellerde izlenen yirmi kanallı televizyon evlerde devletin sesini duyuran tek kanaldan ibaret. Kitapçılarda okul kitapları Che posterleri ya da ulusal kahraman Jose Marti’nin şiir kitaplarından başka dişe dokunur bir kitap yok. İnsanların çoğunun işsiz olduğu gün ortasında boş boş yollarda dolanmalarından anlaşılıyor. Kadınlar o güzelim kadınlar bir iki dolara kendilerini satıyor. Küba’nın o ünlü sigarları fazladan birkaç kuruş kazanmak isteyenlerin kazanç kapısı olmuş. Yolda pışt diyerek size devlet dükkanlarında satılanın onda birine puro pazarlıyorlar. Ülkeden rom ve puro dışında alınabilecek hiçbir şey yok. Dilenci yok ama sürekli olarak çocukları için sabun isteyen kadınlarla, iştahla kolunuzdaki üç kuruşluk saate bakan gençlerle, karamela diye bağırıp kaçan bebelerle karşılaşıyorsunuz.
O güzelim evler pare pare dökülüyor.
Elli yıldır çivi çakan olmamış. Okyanus ve tuzun tahrip etme gücüne yoksulluk da eklenince ortaya savaş sonrası ayakta kalmaya çalışan bir şehir görüntüsü çıkmış.
Bir restorasyon çalışması olduğu söyleniyor ama bunun kaç senede bitirilebileceğini kimse kestiremiyor.
Turistlerin kaldığı yerler dışında gün boyu süren su kesintilerini şehri karanlığa boğan elektrik kesintileri izliyor.
Az da olsa petrol var ama sülfürlü, akaryakıt olarak kullanılamayan kalitesiz bir petrol bu.
O Bıyıklar, Osmobiller, Kadillaklar perişan haldeler. Yollar, yol ortasında belli ki zınk diye kalakalmış o arabaların altından çıkan sıska bacaklarla dolu.
Ülkenin bundan otuz yıl önce handiyse eşit olan renk dengesi İspanyol kökenlilerin ülkeyi ya terk etmeleri ya da sürülmelerinden ötürü melezler lehine değişmiş. Devletin üst kademelerinde, turizm sektöründe çalışanların çoğu beyaz, puro saranlar, şekerkamışı kesenler, kısaca işçiler ve ırgatların çoğu kara. Beyazların oturdukları mahallelerle karaların yaşadıkları yerlerin arasında dağlar kadar fark var.
Açlık yok ama yiyecek pek bir şey de yok. Olanın iyisi de turistlere ayrılıyor.
En vahimi de ülkedeki ilaç sıkıntısı.
Hadi bunları Amerikan ambargosuna bağladık diyelim.
Peki yasakları neye bağlayacağız? Bir yasaklar listesi ki say say bitmiyor.
Homoseksüellik yasak örneğin. Yurtdışına çıkmak yasak, rejim aleyhine konuşmak yasak, mahalleleri denetleyen milislerle dalaşmak yasak, bulunulmaması gereken yerde bulunmak yasak, yasak kitap okumak yasak, parayı yastık altında saklamak yasak, yok denilen AIDS’li sayısını açıklamak yasak...
Yasak oğlu yasak.
Daha da uzatılabilir ama üç aşağı beş yukarı bu.
Doğru mu doğru.
Bana gelince; dürbünün iki ucunun gösterdiğini görmekten değil içimdeki kördüğüm.
Neden bilmem kendimi fena halde aldatılmış hissediyorum.
Bir de o güzelim insanların çaresizliği yok mu?
Kahroldum.
Gidecekler için:
Gitmeden Çilek ve Çikolata filmini izlesinler, gittiklerinde de filmin çekildiği apartmanda açılan La Guardia adlı lokantaya gitsinler.
En iyi puro köşebaşlarında.
7 yıllık Havana Club gerçekten harika.