Filetosunu da çıkartırdım üstelik.
Geçer karşılıklı yerdik Fidel’le.
Dönüşümde Havana’ya övgüler düzerdim: Ruh mu arıyordun alemin uzak kıtalarında al sana işte ruh derdim.
Ama olmadı.
Bir kere mevsim kalkan mevsimi değil, ikincisi anlaşılan Fidel, değil kalkan, önüne gelen hiçbir şeyi yiyecek durumda değil.
Hasta diyorlar, öldü diyorlar, ölümle pençeleşiyorlar diyorlar.
Gerçek ne, bilen yok.
Kesin olan tek şey, yirminci yüzyılın hepimizi yüreğinden vuran devrimcisiyken hepimizin yüreğini burkan diktatörüne dönüşen bu iri kıyım adamın sağlığının iyi olmadığı. En son sekiz ay önce görülmüş, o konuşmalara doyamadığı televizyonlarda. Öldü dedikoduları öyle yayılmış ki, resmi ziyaret için Havana’ya gelen birini bahane edip, tutup televizyona çıkmış. Erimişmiş. Bir deri bir kemikmiş.
O günden sonrası derin bir sessizlik.
Kime sorsan geçiştiriyor.
Ağızlar mühürlü, bakışlar kaçak.
Küba’da kimse geleceğin ne getireceğini bilmiyor.
Küba daveti yaz ortasında geldi. Temmuz başında.
Banu Birkan ben sıcaktan yanıp kavrulurken aradı, tuttu kasım ortasında ne yapacağımı sordu.
Havana Club’ın beş günlük bir Küba daveti varmış, gider miymişim, gitmez miymişim?
Beni sinir eden kelimeler vardır: Ayol gibi, şekerim gibi.
Çiklet gibidirler. Kiminin ağzına yakışır kimininkinde çekilmezler ama bir yapışmaya görsün öldür Allah gitmezler.
Kullanmamaya özen gösteririm.
Böyle sorular hariç.
Ayol dedim, ben yarın ne yapacağımı biliyor muyum ki, kasım ortasında ne yapacağımı bileyim.
İnatçıdır, üsteledi, eş dost aman sakın kaçırma dedi ve ömrümde ilk kez altı ay sonra ne yapacağım altı ay öncesinden belirlendi.
Zaman bu. Göz açıp kapayıncaya kadar geçti.
Bavulları topladık, içine yazlıkları attık, Paris üzerinden on saat sürecek uzun bir yolculuğa hazırlandık.
Uçak Paris’e kadar boş, sonra tıklım tıkış.
Tatil değil, seyran değil, kim bu zemheride kalkıp Küba’ya gider ki?
Çoğu genç, üç yüz kişi.
Bizim grup Havana Club’ın Türkiye mümessili Selçuk Tümay ve Serpil Kılıçlı ile Türkiye’nin çeşitli şehirlerinden gelen altı barmen artı ben ve Mehmet Yalçın’dan oluşan on kişilik bir grup. Geri kalanlar ise dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen ve sayıları değişen barmenler güruhu.
Havana Club International, yani Küba’nın en iyi romunu üreten ve bir süre önce yüzde ellisi Fransız Ricard Pernaud şirketine satılan devlet işletmesi, aylar önce Türkiye dahil sözünü ettiğim bu ülkelere gidip rom ile neler yapılabileceği üzerine bir eğitim vermiş, eğitime katılan ve anlatılanları şıp diye kavrayan en iyi barmenleri de Havana’ya davet etmiş.
Amaç romu, Karayip’lerle hatta korsanlarla özdeşleşen bu sert içkiyi, barmenler aracılığıyla dünyaya tanıtmak, mojitosundan daiquirisine, romla yapılabilecek kokteylleri gösterip satışları arttırmak.
Uçak barmen dolu olursa ne olur?
Kahkaha, içki, şamata...
Havana’ya akşam saatlerinde indik.
Havaalanı soluk ampullerin altında insana olduğundan da kasvetli görünüyor.
Sağa sola sigara içmek yasak işaretleri yapıştırılmış ama polisler de dahil olmak üzere herkes fosur.
Gümrükte ağır aksak çalışan çoğu koyu tenli kadınlar, tuvaletlere girerken koparılıp verilen sert tuvalet kağıtları, akmayan sular, çalışmayan sifonlar, bekle bekle gelmez bavullar, ne yalan bize pek de yabancı olmayan yoksulluğun ilk işaretleri.
Anlaşılan az gittik uz gittik, ambargo altında yaşadığını bildiğimiz ama bu kadarını beklemediğimiz bir üçüncü dünya ülkesine geldik.
Zar zor bavullarımızı alıp çıkıyor ve bizi otelimize götürecek otobüslere yollanıyoruz.
DEMİRLER KASIRGAYA KARŞIŞehir karanlık.
Önünden geçtiğimiz evlerin hepsinin kapıları ardına kadar açık.
Eşikler belli ki fanilalı adamlarla şişman kadınların oturup yarenlik ettikleri yerler. Açık kapıların ardında tavandan sarkan tek ampulün aydınlattığı loş odalar görülüyor. Tek koltuk, tek masa, tek vazo, vazoyu süsleyen plastik güller, bir de baş köşeye kurulmuş ellili yıllardan bir buzdolabı ile kimsenin seyretmediği açık televizyon hemen her evin belli başlı demirbaşı.
Arabası olanlar arabalarını yüksek demir parmaklıkların koruduğu küçük bahçelerine çekmiş. Sadece bahçeler değil, kapılar, pencereler de demir parmaklıklarla berkitilmiş. Önce bunun bir güvenlik önlemi olduğunu düşünüyor, ürperiyoruz. Çok geçmeden Havana’nın ürkütücü görünüşünün aksine güvenlikli bir şehir olduğunu görecek, parmaklıkların kasırga tehlikesine karşı yapıldığını öğreneceğiz.
Otelimiz Miramar Occidental, şehrin değilse bile o bölgenin tek ışıldayan yeri.
İçinde tropik ağaçların yükseldiği büyük bir bahçenin ortasında pırıl pırıl yayılıyor. Döner kapıdan girer girmez bizi orada kaldığımız beş gün boyunca kendileri değişse de repertuvarları asla değişmeyecek beş kişilik küçük bir orkestra ve sağa sola koşuşturan güleç insanlar karşılıyor.
Bir gitar, bir kontrbas, bir trompet, ince bir çubuğu üzerinde gezdirdikçe tıırt tıırt diye ses çıkaran su kabağı benzeri garip bir enstürüman çalan dört adam ve elindeki maracasları saçlarıyla uyumlu sallayarak şarkı söyleyen kadından oluşan orkestra, orada kaldığımız süre boyunca bize eşlik edip sonunda öldürecek raddeye getiren şarkılarına başlıyorlar: Guuanntannamera! Juahito Guaantannamera! Guuuuuuaaaaantaaaanaaaammeeeeeeeraaaaa.Juuuuaahhhiiiitoooo Guantanemara!
Yorgunuz, argınız ama ne gam.
İlk nota duyulur duyulmaz yerimizde sallanmaya, ileri geri küçük adımlar atmaya ve en fenası olmayan İspanyolcamızla sadece tek satırını bellediğimiz şarkıyı söylemeye başlıyoruz.
İkinci şarkı birinciden de fena çarpıyor.
Da di vamos a la plaja, falan filan, Commandante Che Guevera!
Ertesi gün Karayiplerin o ünlü güneşi doğup da şehir gün ışığıyla yıkanırken Havana sokaklarını kulağımızda aynı ezgi ve Commandante’nin her yere yayılan fotoğrafları eşliğinde gezmeye başlayacağız.
Fidel Castro’nun tek bir heykeline, afişine, büstüne, hatta adına rastlanmazken her adımda, her köşe başında karşımıza Che’nin çıkmasını neye yoracağımızı bilemeyeceğiz.
Fidel her heykelin eninde sonunda yıkılacağını önceden sezdi de, efsane ihtiyacını gidermek için mi öne Che’yi sürdü?
Yoksa çağımızda efsane olmak için yakışıklı, romantik ve ölü olmak gerektiğini mi gördü?
Küba bu kadarla bitmez gelecek hafta devam edeceğiz.