Yıllar önce Perihan Mağden, Radikal’deki ilk yazılarından birini kış sıkıntısı üzerine yazmıştı.
Kışın burnunu göstermesiyle üzerine çöken sıkıntıyı, içinden kafasını yorganın altına sokup yatmaktan başka şey gelmediğini, yataktan çıkmak istemediğini filan.
Tabii bu sözcüklerle anlatmamıştı benim kış sıkıntısı dediğim hali.
Perihan Mağden’ce yazmıştı: Vurucu, sarsıcı.
Hemen her yazısını okuduğum ve doğal olarak birçoğunu unuttuğum halde o yazısını hatırlarım hep.
Hep bu mevsimde. Kışın burnunu gösterdiği günlerde.
Yirmi iki Haziran’da günler kısalıyor diye dertlenmeye başlayan ben, tahmin edileceği gibi sonbaharın son günlerinde dertlenmeyi bırakıp dert sahibi oluyorum.
Güneşin yavaş yavaş çekildiğini, günlerin kısaldığını, akşam beş dendi mi karanlığın çökeceğini düşünmek bile kanımın çekilmesine yol açıyor.
Derdim yağmurla, çamurla, soğukla değil.
Derdim güneşle.
Bodrum günlerini uzattıkça uzatmamın nedeni de bu.
Dönüşü ertelemem için güneşli bir güne uyanmam yeterli. Bahçeye çıkıp yılın bu mevsiminde azarak açmaya devam eden begonvilleri görmem, Zıpkın’ın sabah güneşine sırtını verip gerinmesi, denizin tam da bu aylarda aynaya kesmesi, hayatta en sevdiğim şeyin, yüzmenin, yüzebilme fikrinin cazibesi yetiyor da artıyor dönüşü ertelemem için.
Bunca yıldır değiştirdiğim dönüş biletlerinin sayısını unuttum.
Kimsenin bir şey dayattığı yok.
Kimsenin dön diye tutturduğu yok.
Zaten bekleyen de yok.
Kendi kendime bir dönüş tarihi saptıyor ve biraz da mecbur kalayım diye saptadığım tarihi sorana, sormayana ilan ediyorum: Ay sonunda oradayım diyorum, geliyorum bana gelsenize, diyorum, gelince imzalarım diyorum, bekletin alacağım diyorum, dişçiden acil randevu istiyorum, bilmemnenin açılışına, bilmemnenin kapanışına mutlaka katılacağımı söylüyorum, mevsim lüfer mevsimi diyorum, Kıyı’da güneşli bir öğle saati çoluk çocuk yemek yemeyi özlediğimi fark ediyorum, hava bozmazsa Boğaz’da uzun yürüyüşler yaparım diyorum, güneş takıntısından ötürü kaçırdığım şeyleri düşünüp hayıflanıyorum, Murathan’ın son kitabı için verilen davete bile gidemeyecek olmanın ayıbını yaşıyorum, yıllar sonra Leslie ilk kez bu kadar uzun süreliğine Türkiye’ye geldi onu bile doğru dürüst göremedin diye kendime kızıyorum, Leslie aklıma Aydın’ı düşürüyor, Silahtarağa acaba nasıl oldu diye meraklanıyorum, çekirge aklım Santral İstanbul’dan İstinye Park’a sıçrıyor orada açılan sinemalara Tuba ile gitmeyi düşlüyorum, bir de film iyi çıkarsa bir yerde oturup, bir kadeh, bir kadeh daha içmenin ve kimi zaman yaptığımız gibi akşam seansında filmi ikinci kez izlemenin çekiciliğini düşünüp kıkırdıyorum, sonra aklıma yaz boyu görüşmediğim dostlar düşüyor, burnum sızlıyor, sızlayan burnuma Yeniköy’deki eczanenin önünü mesken tutan adamın kızarttığı kestane kebap kokuları geliyor, parktaki ağaçlar aleve kesmiş midir, balıkçılar sandallarını çekmiş midir, yaşlı karga bu yazı da çıkarmış mıdır, saksıdaki ortancalar kurumuş mudur derken fena halde İstanbul’u... evi... İstanbul’daki evi özlediğimi fark ediyorum.
BAHANELERİN İKİNCİSİ
Sonra sıra dönüşü kolaylaştıracak bahanelerin ikincisine, buranın nasıl birkaç güne kalmadan ıssızlaşacağına, sokakların ine cine kalacağına, inşaat mevsiminin başlamasıyla sessizliğin matkap vızıltısıyla yırtılacağına, gidilecek yer kalmadığı gibi gidecek mecal de kalmadığına geliyor.
Geçen kışı hatırlasana diyorum: İş dedin, güç dedin hemen her ay buralara gelip gittin.
Ne havanın güzelliği ne dağa taşa kesen Manisa laleleri ne İstanbul’da görmediğin arkadaşlarınla karşılaşmanın sevinci ne sabah kahvaltılarında yediğin mis gibi köy ekmekleri ne dalından koparttığın sulu limonlar ne şu ne bu, bir an evvel İstanbul’a dönme isteğini azaltmadı.
İki gün geçirmeye gör afakanlar bastı.
Dumanı, uğultuyu, köstebek yollarda zıplaya zıplaya yürümeyi, yanından geçen ahmak sürücünün sıçrattığı zifosu bile özledin.
Yemedin içmedin iki günlük işi bir güne nasıl sığdırırım diye düşündün.
Sabah gidip akşam döndün.
Kış her yerde kış anlayacağın.
Ama büyük şehirlere daha yakışıyor sanki.
İnsana sıkıntısını unutturacak sıkıntı sunuyor: Ahlatıyor, oflatıyor ama göz boyayıp oyalıyor en azından.
Kendini daha kolay kabul ettiriyor.
Sanki daha çabuk geçiyor.
Ve sen nerede olursan ol, ister burada ister orada, zamanı geldi mi kimsenin gözünün yaşına bakmadan geliyor.
Ha bugün ha yarın ne fark eder? Bir iki hafta daha geciktirsen ne olur ki dönüşü? Dönmeyecek misin zaten, oyalanmayı bırak dön o zaman.
Ama tam içim bunları söyler dönüşe hazırlanırken, gözüm bahçeye, salkım saçak çiçeklere, göz kırpan denize takılıyor.
Avluya çıkıyorum.
Zıpkın her zamanki köşesine halı gibi serilmiş, sırtını güneşe vermiş.
Sabah kedi kovalarken kırdığı lavanta dallarından keskin lavanta kokusu geliyor.
Çıt yok.
Cırcır böcekleri bile yumurtlayacaklarını çoktan yumurtlayıp sustular.
Sadece güneş.
Yakmayan ama iliği kemiği ısıtan güneş.
Yüzümü güneşe çeviriyor, öylece duruyorum. Yarım saat? Bir saat?
İçeriden keskin bir kahve kokusu geliyor.
Huzur.
Her yanı huzur kaplıyor.
Hiçbir şeyin, hiç kimsenin bozamayacağı bir huzur.
Kalkıyor, içeri giriyorum.
Elim telefona uzanıyor.
Ve bir saniye bile tereddüt etmeden 444 08 49’u çeviriyorum.