Changa’nın en üst katında, özel salonda.
Çoğu gazete yazarı bir avuç kişi...
Güler Sabancı, Orhan Bey’le birlikte gelenleri karşılıyor ve hoş- beşin ardından kadehini kaldırarak “Genellikle...” diyor, “bütün şarap üreticileri son göz ağrılarını sona, ana yemeğe saklarlar. Ama biz damaklarınız kirlenmeden Cot-n’i tatmanızı istedik.”
İçinde normal şaraplardan çok daha koyu kırmızı şarap bulunan iri kadehimi alıyor ve uzun uzun kokluyorum.
Baharatla karışık meyve kokuları genzime doluyor.
Bu arada keşke salonda bulunan diğer arkadaşlarım gibi “Geride şeftali, önde çilek, bolca erik, biraz da limon çiçeği kokusu var” diyecek kadar keskin bir koku alma yeteneğim olsa ama yok. Kahrolası tiryakilik... Uzun uzun kokladığım şarap benim dilimde aromatik.
Ardından büyük bir yudum içiyorum... Dengeli, gövdeli, tanenli... Bu da benim dilimde iyiye tekabül ediyor.
İkinci yudum... İyi değil, çok iyi.
Üçüncü yudumda “Biraz daha yaşlanırsa eğer, mükemmel bir şarap olur” diye düşünüyorum.
Dördüncü yudumdan sonra da fikrimi yüksek sesle söylüyorum: Nefis...
Orhan Bey’in gözünde çakmak çakıyor.
Şarap üreticisi olmak da böyle bir şey işte. Hayatın didişmekle geçer. Toprakla, doğayla, omacayla didişirsin; fıçısıyla, şişesiyle, mantarıyla uğraşırsın; yetmezmiş gibi mevzuatla boğuşursun, bu arada sabırlı olman gerekir, ürettiğini tadabilmen için yıllar geçebilir ama sonunda bekleyen derviş misali muradına erersin.
Özenle seçtiğin, parmak kadarken diktiğin, kem gözlerden sakınıp üstüne titrediğin o fideler serpilip salkımlanmış, birer birer toplanıp harmanlanmış, fıçılara yatırılıp dinlendirilmiş ve sonunda doğanın insana armağanı üzüm, hayatın insana armağanı şarap olup çıkmıştır. Sayende.
Tadım günü geldiğinde yüreğin güm güm atar. O ilk yudumda başkaları meyve kokusu alır belki ama senin aldığın kokular farklıdır: Emeğindir, azmindir, sabrındır.
Onların şarap dediği şey, bilirsin ki hayatındır.
O yüzden biri çıkıp da “Nefis” derse eğer, gözlerin bir çakmaklanır... Bir buğulanır...
Kadehler boşaldığında içeri yemeğe geçiyoruz. Changa ekibi, yani Savaş ve Tarık, yani adından söz etmemden hiç hoşlanmasa da Zekiye ve elbette Civan Er, o gece için özel bir mönü hazırlamışlar.
Şarap dediğin ne kadar iyi olursa olsun mükemmelliğe ancak doğru yemeklerle eşleşince varan bir içki çünkü.
yemek-mutfak * ağırlama-sofra adres-mekan * mey-meyhane lokanta-bar * çay-kahve ev-dekorasyon tasarım düzenleme içki-sigar * çiçek-bahçe televizyon haber-dizi tatil-gezi-şehir otel-spa-sağlık yoga-reiki sergi * güzellik-makyaj moda-alışveriş sinema-tiyatro edebiyat insan-portre |
Hani parfümlerde bir nota vardır, o olmadan parfüm yetkin bir parfüm olmaz ya o hesap.
Şimdi Gülor’un diğer şaraplarından da tadacağız: Kremalı fesleğen sosla gelen levrek ve ardından gelen pastırmalı deniz tarağıyla Sangiovese Montelpuciano içiyoruz.
Güllaç yufkasında kızartılmış isli ördeğe Cabarnet Sauvignon-Merlot eşlik ediyor.
Ve asma yaprağındaki ızgara kuzu tandırla elbette Cot-n içiliyor.
Demin kadehte içtiğim için görmediğim Cot-n’in şişesini de bu arada görme fırsatı buluyorum. Kunt, siyah bir şişe: Üzerinde etiket yerine kaligrafik bir yazıyla dikey olarak yazılmış COT-n ibaresi var.
12.5 derece... Üretim yeri Gülor Bağları, Şarköy Zeytindere.
Kendinden emin insanlar CV’lerine, fazla söze ne hacet misali iki cümle yazarlar ya, öyle.
Güler Sabancı için bir cümle etmezsem çatlarım: Kendisi hep dünyanın en güçlü kadınları listesinde yer alıyor ya, doğrudur. Ama bir muhabbet listesi hazırlansa eminim ilk sıraya oturur.
Parçalanmanın Kimyası
Perşembe akşamı iki sergi açılışı, bir yemek daveti var.
Hepsi de aynı saatte.
Bu demek ki yemeğe biraz gecikilecek ve sergilerden biri bilahare gezilecek.
Yazı tura atacak halim yok, elbette Ömer’in açılışına gideceğim.
Son zamanlarda günde 12 saat çalıştığını söylüyordu. Parçalanmanın Kimyası işte bu hummalı çalışmanın sonucu.
13 Kasım-13 Aralık tarihleri arasındaki sergi sadece Parçalanmanın Kimyası da değil. O Kazım Taşkent’te... Bir de Yapı Kredi Sanat Galerisi Sermet Çifter Salonu’nda, “Sağ El Sol El Desenleri” var ki, kemoterapi gibi ağır bir tedavi sırasında bile çalışmaya ara vermediğinin somut kanıtı...
Ömer Uluç resminin tutkunları vardır. Her serginin izini sürer, cinlerinin peşine düşerler. Çünkü o cinlerin, ifritlerin, gulyabanilerin herkesin içinde olduğunu bilirler. Sadece Türk değil, düpedüz dünya resim sanatının bu büyük ustası, tuvallerinde insana ait olanı öyle anlatır, sıradanı öyle sıradan çıkarır ve resme bakanı öyle dönüp kendine bakmaya zorlar ki, baktığınızı görmeyegörün medyunu olur çıkarsınız.
Salona girer girmez gözüm büyük ölçek bir resme takılıyor.
Mıh.
Sağıma dönüyorum, bu kez iskemleye kurulmuş iki Lucy.
Mıh.
Derken bir tanış, bir tanıdık, bir dost...
İleride Ömer oturuyor.
Sergiyi, doya doya gezeceğim geniş bir zamana erteliyor, açılışın keyfini çıkarmaya karar veriyorum.
Ertesi gün gene Kazım Taşkent.
Ömer’in resimleri üzerine yazmak ne haddime...
Ama ne yapın ne edin, “Parçalanmanın Kimyası”na gidin demek sanırım haddim dahilinde.