İstanbul’un ilk modern çarşısı köhnemiş İMÇ, Fatoş’un yeni koleksiyonunun esin kaynağı

Kim ne derse desin, moda dünyasının insanları tuhaftırlar.

Uygulayıcıları değil, yaratıcıları.

Kılı kırk yararak hazırladığı şovu kıskandığı için ondan bile rol çalan kaytan bıyıklı korsan artıklarından tutun da dev cüssesinden ve yelpazesinden sıkılıp kibrit çöpü kalan yelpazeyi fırlatıp parmak uçlarını açıkta bırakan deri eldivenler takan atkuyruklu zadegana dek birbirine benzemez bin tür adam.

Küçük, handiyse kapalı sayılabilecek bir çevrede yaşadıkları halde dünyayı peşlerine taktıklarının farkında olmaları mıdır onları tuhaf yapan yoksa yılda dört kez, kendilerinden başka bir ben çıkarma baskısı mı bilinmez ama milyonlarca doların döndüğü bu pazarın efendileri, tıpkı tükeneceğinden korkulan kelaynaklar gibi sektörün para babaları tarafından koruma altına alınmışlardır.

Maiyetleri kalabalıktır: Yanlarında yüzlerce hatta binlerce kişi çalışır.

Bir dedikleri iki edilmez, gözünün üzerinde kaşın var denmez.

Ne mor perçem ne kara sürme ne bitip tükenmez kapris ne dantel yelpaze, herşey sineye çekilir.

Yeter ki yeteneklerini konuştursunlar, yaratıcılıklarını son damlasına kadar temsil ettikleri markaya akıtsınlar.

Bu böyledir.

Ama nerede?

Fransa’da, İngiltere’de, İtalya’da, Japonya’da.

Türkiye’ye gelince, Türkiye’de modadan ve modacıdan ne kadar söz edilmelidir, kim terzi, kim kopyacı, kim modacı belli değildir, ama bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda insan, Batı’daki benzerlerine sunulan koşullar ne kelime, düpedüz zor koşullarda mesleklerini icra etmek için didinir durur.

Kiminin tuzu kurudur: Ana, baba, koca parası yer, kendine modacı der.

Kimi yeteneklidir; oyalanmadan sınır dışına gider.

Kimi başında kavak yelleri esen heves kuşudur.

Kimi çocuklarını yemekte beis görmeyen yaşlı kurt.

Kimi modanın evrensel olduğunu bilir, ama çemberinde sıkışır.

Kimi yerel olduğuna inanır, şalvarla uğraşır.

Kiminin çevresi geniş, düşgücü sınırlıdır: Temcit pilavı.

Kiminin düşgücü sınırsız, sermayesi sınırlı.

Ama kural, bu topraklarda yaşayan her modacı için baştan biçilmiştir: Kendinden beslenecek, kendine yaslanacak, atacaksa imzasını yalnız atacaktır.

Velhasıl Türkiye’de moda ile uğraşmak zahmetli iştir.

Gerçek anlamda modacı olmak ondan da zahmetli.

Gerçek anlamda modacı derken de kastettiğim şu: Bilindiği gibi bizim topraklar hünerli terziler bakımından mümbit olduğu kadar ilham kaynağını ’esinlenmede’ bulan modacılar açısından da mümbittir.

Gözüne bir model kestirir, orasını çekiştirir burasını değiştirir, biraz keser biraz biçer, adına yeni koleksiyonum dediği bir şeyler diker ama olmaz, sırıtır.

Çünkü taklit, Coco Chanel’in dediği gibi hep ama hep aslını hatırlatır.

Peki böyleleri dışında kimse yok mu?

Var, elbette var.

İşte onlardan biri de Fatoş Ahunbay.

Fatoş Ahunbay dediğimde kaşlarınızın kalktığını görür gibiyim, oysa Derishow desem hepiniz bileceksiniz.

Fatoş böyle biri işte.

Önde olmayı sevmeyen, kendini geriye çeken, başkalarının yaptıklarıyla ilgilenmeyen, şirketini kurduğu ilk günden bu yana Sancar’ı dışında yalnız, gene ilk günden bu yana modanın insandan mekandan ve hayattan beslenmesi gerektiğini düşünen biri.

Geçen hafta eve döndüğümde 2008 yaz koleksiyonu için gelen davetiyesini buldum. Pek az modaevinin davetiyesini açar kurcalar, pek az defileyi merak ederim. Onunkiler hariç.

Her yıl, yılda iki kez yanından geçip de görmediğimiz bilip de tanımadığımız, duysak da kulak tıkadığımız ya da düpedüz varlığından haberdar olmadığımız bir konuyu, bir akımı, bir sanatı, bir mekanı kısaca o sezon ona ilham kaynağı olan her neyse onu alır tanıtımını onun üzerine kurar, onun üzerinden yapar.

Hem de ne tanıtım.

Bütün yaratıcı insanlar gibi zamanla meselesi vardır

Geçmişe bakmadan, şimdiden beslenmeden, geleceği tasarlarmanın olanaksız olduğunu düşünür.

Kafasını zaman kadar mekan da kurcalar.

Eee ne de olsa mimar.

Bu yıl da İMÇ kurcalamış. Koleksiyonuna verdiği ada bakarsak mekanın sesini dinlemiş.

Önce İMÇ’nin bizim bildiğimiz İMÇ’den farklı, başka bir şey olduğunu sandım. Yoo bildiğimiz İMÇ. Biraz da köhnediği için gitmekten vazgeçtiğimiz ya da benim eskisine oranla çok daha az gittiğim ünlü İstanbul Manifaturacılar Çarşısı.

Orada nasıl bir ilham kaynağı bulduğunu öyle merak ettim ki konuşmak istedim.

Önce Fulya’da buluşacak, Sıtkı Kösemen’in fotoğrafladığı ilkbahar/yaz koleksiyonunu gördükten sonra Unkapanı yakınlarında bir yerde öğle yemeği yiyeceğiz.

Bilenler bilir: Fulya’daki Derishow mağazasının alt katı Fatoş ve Sancar ikilisinin tasarladığı mobilya ve ev aksesuvarlarına ayrılmıştır, ortada da devasa bir T masa vardır.

Sağı solu cam panellerle bölünmüş koca bir masa.

İşte o iki cam panel, Sıtkı’nın çektiği İMÇ’nin avlusundaki duvarı süsleyen Eren Eyübdoğlu’nun seramik çalışmasının fotoğraflarıyla kaplanmış.

Girişteki koca duvarda da gene Sıtkı’nın çektiği başka bir kare var.

Sonradan Dolce Gabbana’nın mankeni olduğunu öğrendiğim kırmızı kaşlı genç bir kız, üzerinde yeni koleksiyondan bir elbise, yüzlerce sazın arasına çömelmiş, belli ki o fotoğraf da İMÇ’de çekilmiş.

Anlaşılan İMÇ her yerde.

Şapkaların püskülünde, derilerdeki metal işlemelerde, kumaşların dokularında, elbise kıvrımlarında, gömleklerin fiyonkları, çantaların saplarında... Her yerde.

BURADA BİR LONCA KURULSA FENA MI OLUR?

Yemek için yola koyulmadan, sezon açılışının yapılacağı Fulya’daki çadırın önünde çay içip laflıyoruz.

Ona hayli köhne bir binanın nasıl olup da bu kadar güzel bir koleksiyona ilham kaynağı olabildiğini soruyorum, çirkin dememek için köhne diyerek.

Fatoş dünyanın her yerinde, sanatın her dalında özellikle de modada, 60’lı, 70’li yılların cilalanıp parlatıldığını, bizde bırakın parlatmayı o yıllara ait her şeyin atıldığını, ünlü mimarların eserleri bile olsalar binaların da bu vandallıktan paylarını aldığını, ya yıkıldıklarını ya yıkılmak üzere gün saydıklarını söylüyor.

İMÇ’nin, İstanbul’un tarihi yarımadasının ilk modern çarşısı, şimdilerde her köşe başını tutan alışveriş merkezlerinin atası olduğundan dem vuruyor.

Çarşının yapımına karar verildiğinde günümüzdeki gibi parayı verenin düdüğü çalmadığını, ulusal bir yarışma açıldığını, yarışmaya dönemin en ünlü mimarlarının katıldığını, konkuru Doğan Tekeli, Sami Sisa ve Metin Hepgüler’e ait projenin kazandığını, yapılan yerleşimin tarihi yarımadanın en güzel yapılarından biri olduğunu ve kırk yıldır şehir ile bütünleşerek yaşadığını anlatıyor.

Arkasındaki türbeyle, önündeki çeşmeyle hayatla sağladığı uyumdan, İstanbul’a kattıklarından, zaman içerisinde geçirdiği değişikliklerden söz ediyor.

İMÇ’ye bakan 60’lardan bu yana İstanbul’un geçirdiği bütün evreleri görür, diyor.

Yıkmak yerine yeniden yapılandırmak gerektiğini düşünüyor.

Tıpkı İMÇ gibi onun karşısındaki Sedat Hakkı Eldem imzalı Sosyal Sigortalar Binası’nın da AKM’nin akıbetine uğramasından korkuyor.

Bu tür binaların neden başka amaçlarla kullanılmadığını sorguluyor.

Bir lonca ya da müzik müzesi açılsa fena mı olur diyor.

O anlattıkça bildiğimi sandığım İMÇ’yi düşünüyor ona farklı gözle bakıyorum.

Doğru.

Söylediği her şey doğru.

Biraz daha Umut Kapısından, poptan, arabeskten, dantelli perdelerle muşamba tentelerden söz ettikten sonra yola koyuluyor Unkapanı’na yollanıyoruz.

KADINLAR PAZARI OLMUŞ ERKEKLER KAHVESİ

İstikamet: Kadınlar Pazarı.

Daha doğrusu Kadınlar Pazarı’nı çevreleyen Bünyan kebapçıları.

Aaa o da ne? Pazarın yerinde yeller esiyor. Yıkılmış. Yerine park yapılacakmış.Yöresel gıda satan kadınların yerini küçük taburelerine oturup yarenlik eden erkekler almış. Kadınlar Pazarı yerine Erkekler Kahvesi...

Allah’tan kebapçılar açık. Çoğu Siirtli.

Hálá ayranlar köpüklü, pideler nefis, etler lezzetli.

Hálá içten bir hoşgeldiniz deniyor. Ama kimse el sıkmıyor. Herkes abdestli.

Ahh Fatoş ahh.

Koleksiyonun nefis.

İMÇ’ye duyduğun şefkati de anlamaz değilim. Ama İstanbul’un geçirdiği evreler için ona bakmak?

Ne hacet.

Sokağa çıkmak yeterli.

Değil mi?
Yazarın Tüm Yazıları