PaylaÅŸ
Biliyorsunuz 2010 boyunca İstanbul’un Avrupa başkenti olmasını kutlayacağız hep birlikte..
Kutlayacak ve göreceğiz..
Bu akşam yedi tepeli şehrin yedi tepesinde değil ama yedi ayrı noktasında yapılacak havai fişek gösterileriyle, uzun süredir yapılan hazırlıklar gün yüzüne çıkacak.
Ve eminim çok ama çok konuşulacak.
Beğenenlerin, alkışlayanların, helal olsuncuların yanında şom ağızlar da açılacak elbet. Yapıla yapıla bu mu yapıldıcılar, zaten bunun böyle olacağı belliydiciler, dağ fare doğurducular konuşmaya başlayacak.
Her ne kadar işi son dakikaya bırakmaya, yumurta kapıya dayanmadan kılını kıpırdatmamaya meyilli bir millet olsak da, bu kez çok yol almak umuduyla erken kalkmış, denizi görür görmez paçaları sıvamıştık ne yalan.
İstanbul’a yakışır etkinliklere imza atmak amacıyla, kamuoyunun yakından tanıdığı Nuri Çolakoğlu’nun başına geçtiği özel bir birim kurulmuş ve bu girişim en azından sanat camiasında büyük heyecanla karşılanmıştı. Ama bir süre sonra mırıldanmalar başladı.Çok geçmeden de mırıldanmaların yerini şikâyetler aldı. En büyük dert, en azından benim tanık olduklarım, yapılan projelerin onaya bile sunulamadığı yönündeydi. Ortada paylaşılacak koca bir pasta vardı ama en azından birileri, pastanın dilimlerinin hep aynı kişilere dağıtıldığını düşünüyordu. Duman ateş olmayan yerden mi çıktı, yoksa ortada yangın mı vardı bilinmez, ama torba olmadığından büzülemeyen ağızlar bir açıldı pir açıldı, ortaya öyle bir dedikodu saçıldı ki, işin başındaki ekip 2010’a ramak kala topluca istifa etti.
Dönüldü mü en başa?
En azından birkaç büyük projenin bürokratik engellere takıldığını biliyoruz. Bunun dışında neler olup bittiğini de zaman içinde öğreniriz.
Ben havlu atanlardan deÄŸilim.
Umutla bekliyorum.
Bakalım neler yapıldı ve havai fişek gösterisi dışında İstanbul Kültür Başkenti olmaya nasıl hazırlandı?
TESPÄ°T
Kanatlı yılbaşı stokları ne oldu
Kutlama günlerinden söz etmişken geçtiğimiz haftayı da izninizle zehirlenme haftası olarak ilan etmek isterim.
Bir anda o kadar çok zehirlenme vakası duydum ki, inanamazsınız.
Bir arkadaşım anlı şanlı bir Çin lokantasından eve getirttiği ördek yüzünden hastanelik oldu.
Diğeri Cihangir’in en afili kahvelerinden birinde yediği tavuktan ötürü kolunda serum hâlâ yatmakta.
Hepsini tek tek saymayayım ama yaklaşık yedi kişi aynı hafta içinde zehirlendiğini söylerse, insan ister istemez rastlantının böylesi diye düşünüyor.
Bu arada yediklerini söyledikleri son yemekler de üç aşağı beş yukarı aynı: Ama tavuk ama ördek ama hindi. Yani hepsi kanatlı.
Şeytan kulağıma, bunun lokantaların yılbaşı için yaptıkları stoklarla bir ilgisi olmasın sakın diye fısıldıyor da inanmak istemiyorum açıkçası.
Öte yandan üniversite kantinlerinde çocuklara et diye eşek etinin yedirildiği de sır değil.
Büfelerde ucuza satılan dönerli sandviçlerin içine son nefeslerini Topkapı surlarının dibinde veren sıska atların artık ne kadar kalmışsa o kadar etinin karıştığı da...
O zaman kokmuÅŸ tavuklar da pekâlâ marine edilip kahvelerde servis edilebilir.Â
Bu arada Bursa’da eşek eti yemek istemiyoruz diye yapılan protesto gösterisine katıldıkları için 18 öğrenciden savunma istenmiş; iyi mi? Kendilerini savundular savundular, yoksa yurttan atılacaklarmış.
Hey koca Allah’ım, bu duruma ne demeli bilmem ki?
Hem suçlu hem güçlü az kalır.
Şöyle daha okkalı bir laf lazım da ne ?...
DÄ°ZÄ°: In Treatment
Başrolde Gabriel Byrne, yönetmen koltuğunda Marquez’in oğlu
Millet çoktan medyunu olup çıkmış, ben geç keşfedenlerdenim. Fox Life’da hafta içi her gün, 13.25 ve her akşam 22.50’de gösterilen In Treatment adlı diziden söz ediyorum.
Bundan bir ay önce kanallar arası zıplarken, Gabriel Byrn’e görmemle kumandayı bir yana atıp ekrana kilitlenmem ve yirmi dakikalık bölüm biter bitmez de telefona sarılıp Nu’yu aramam bir olmuştu. Bir kendimi bir onu bilirim fanatik Gabriel Byrne hayranı olarak çünkü. Hani çoğu kadın için Sean Connery forever’dır ya, Nu ile benim için de oldu bitti Gabriel Byrne öyle. Çarpık burunlu bu İrlandalı aktörün, kadın hayranlarının sayısı ola ki şimdilerde artmıştır ama bundan yıllar önce adını bilene pek rastlanmaz, laf ona geldiğinde derin derin iç çektiğimizi gören arkadaşlara da kimden söz ettiğimizi bir türlü anlatamazdık. Tarif ettirirlerdi, etmesine ederdik de çıkaramazlardı, oynadığı filmleri sayardık çoğunu izlememiş olurlardı, sesi derdik, duruşu derdik, bakışı derdik, ıhh. Sonunda sormaktan vazgeçer bizi hayranlığımızla baş başa bırakırlardı.
Bunlar kadın arkadaşlar... Erkeklerle iş daha da beterdi. Nu da ben de Byrne’ü fena halde seksi buluyorduk ve daha da beteri her seferinde bunu onlara söyleme gafletinde bulunuyorduk. Bir erkeğin başka bir erkeği seksi bulması zaten görülmüş iş değildir ya, en hafifi yok canım daha neler olan ne tür tepkilere maruz kaldığımızı varın siz düşünün. Demem o ki, bu Gabriel için az buz savaşmadık. Buna bir de sevgili yolu gözler gibi rol aldığı filmleri beklememizi, Stigmata gibi berbat filmlere perdede sırf onu görebilmek için katlamamızı ekleyin, Fox Life’ın bize verdiği hediyeye nasıl sevindiğimizi anlarsınız.
Hoş, Nu amazon’dan çoktan ilk sezonu getirtip kendine müthiş bir Byrne ziyafeti çekmiş ama ben henüz o mutluluğa eremediğimden her akşam ekran başındayım.
In Treatment’da Paul Weston adlı bir terapisti canlandırıyor.
Her bölüm bir terapi seansı. Bölümden bölüme geçerken yavaş yavaş Paul Weston’ın da hayatını, sıkıntılarını, zaaflarını keşfediyorsunuz. Bütün terapistler terapiden geçmek zorundadırlar ya, sıkıştığında onun başvurduğu terapist rolünü de Diane Wiest oynuyor ki, o bölümler için çift kaymaklı ekmek kadayıfı demek bile az kalır.
Bu rolüyle Altın Küre ve Emmy ödülleri almış.
Performansı baÅŸta New York Times olmak üzere Amerikan basınında övgüyle karşılanmış. Birbiri ardına film teklifleri gelmiÅŸ ve 2010 yılında vizyona girecek iddialı bir film çekmiÅŸ.   Â
Dizinin yönetmeni Rodrigo Garcia’ya gelince... Zamanında pek sevdiğim Six Feet Under, pek hoşlanmadığım ama gene de izlemeden edemediğim Carnival gibi dizilerin, Sopranolar’ın bir iki bölümünün de yönetmeni ve aynı zamanda Gabriel Garcia Marquez’in oğlu. İmiş.
Fena bir birliktelik deÄŸil yani.
Herkesten benimki gibi bir Byrne hayranlığı beklemek olmaz, ama dizi gerçekten iyi dizi.
Meraklısına...
SÄ°NEMA: Anti Christ
Git içeri, al bir jilet, doğra kendini
Geçen yıl Cannes Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu rolünü aldığında, ben de Cannes’daydım ve kaldığımız otelin bahçesini dolduran sinemaseverlerden tutun da televizyon programlarına katılan eleştirmenlere kadar herkes ondan söz ediyor ve hep bir ağızdan Fransız sinemasının bu genç kuşak oyuncusunu övüyordu.
Efsane babanın yetenekli kızı.
Charlotte Gainsbourg, ödül aldığı Anti Christ’teki rolüyle, bilmem Fransa dışında da bu kadar övgü topladı mı.
Sadece bu filmiyle değil, yıllardır ülkesinde müthiş bir hayran kitlesine sahip olduğunu biliyorum. Anoreksik denilebilecek kadar sıska ve bana kalırsa hayli çirkin bir kadın olmasına rağmen hayranları için sadece iyi bir oyuncu değil aynı zamanda Fransız zarafetinin, şıklığının da temsilcisi.
Zarafet faslını bilmem, ama şık bir kadın olduğunda hemfikirim.
Dün akşam sonunda filmi izledim, daha doğrusu üçte ikisini.
Şimdi... Sezar’ın hakkı Sezar’a. Charlotte Gainsbourg, çocuğunun ölümü üzerine ağır depresyon geçiren genç kadını gerçekten mükemmel canlandırıyor. Kocası rolündeki William Defoe’nun da ondan aşağı kalır yeri yok. Film deseniz o da iyi.
Gelgelelim izledikçe izleyiciyi de yavaş yavaş depresyona sokan cinsten.
Hani insan uzanır, önüne meyve alır, bir heyecan kumandanın baÅŸlat düğmesine basar ya, Anti Christ’ı izlerken git içeri, al bir jilet, doÄŸra kendini duygusu ağır basıyor. Â
Geriye kalan bölüm, hayırlısıyla bu gece.
Ama dediğim gibi Sezar’ın da hakkı Sezar’a. İyi film ne yalan.
Bu da meraklısına.
PaylaÅŸ