Paylaş
Oysa döneli neredeyse iki haftayı geçti. Araya Göreme seferi ve balon sefası girdi, Fransa kıyılarının rengi de, ruhsarı da hafiften sarardı ama bellekte kalan bile bir yazıya yeter. O zaman başlayalım.
Nice, malum o bölgenin en büyük şehri.
Onu izleyen ikinci büyük şehir ise Avrupa’nın masal prensliği olarak bilinen, Monaco’nun başkenti Monte Carlo. Paris Match dergisi başta olmak üzere dünya magazin basını sayesinde hayatlarını yakinen takip ettiğimiz Grimaldi hanedanının toprakları olan bu küçük prenslik denizle dağ arasına sıkışmış ensiz bir toprak diliminde yükseliyor. Evet, yükseliyor.
Toprak sıkıntısı o boyutlarda ki, sere serpe yayılan malikaneler birer birer yıkılıp yerlerine çok katlı binalar dikilmiş. Şehre kuşbakışı bakan prenslik sarayı ve şehir merkezindeki bakımlı binalar dışında eskinin görkemini yansıtan yapılar parmakla sayılacak kadar az.
Dağlardan kıvrıla kıvrıla Monte Carlo’ya inerken insan bu şehrin hiç de hayal ettiği masal prensliğine yakışan bir yer olmadığı düşüncesine kapılıyor. Daracık sokaklarda insanı İstanbul’dan beter çıldırtan trafik, her köşede Monaco’yu Monaco yapan ve kumardan da önemli olan bankacılık sisteminin alameti farikası banka şubeleri, haydan gelen paranın huya gideceğini bilenler tarafından açılmış lüks mağazalar ve oradan oraya koşturan insanlar... Bunlar aşılıp sonunda merkeze gelindiğinde ise bu kez adım atmanın zorluğu ortaya çıkıyor. Fotoğraf çekmeye çalışan o kadar çok turist var ki insan nezaket gösterip de kamerayla poz verenlerin arasına girmemeye çalışırsa vay haline.
Kafileler halinde otobüslere doluşarak gelen turistlerin görebildiğim kadarıyla üç işi var: Biri prenslik sarayını gezip Prenses Grace’in dolaştığı koridorlarda dolaşmak, ikincisi kumarhanelerin önünde sıralanan birbirinden lüks arabaların yanına yanaşıp sanki kendilerininmiş gibi fotoğrafa durmak ve en nihayet kumarhanelerden birine girip beş-on Euro’luk oyun oynayarak şanslı günlerinde olup olmadıklarını sınamak. Ne Hotel de Paris’nin lobisinde soluklanmaya, ne en ünlü Casino’nun önüne yerleştirilmiş Anish Kapoor’un dünyayı ters çeviren ayna heykelini incelemeye, ne limanda gezinmeye vakitleri var.
Geliyor, fotoğraf çekiyor, iki kollu makinede şanslarını denedikten sonra gidiyorlar.
Monte Carlo’nun gündüzü bu.
Gece, şehrin çehresi değişiyor.
O kadar güzel bir aydınlatma var ki o kişiliksiz şehir gidip yerine büyülü bir şehir geliyor.
Değişen sadece şehrin çehresi değil. İnsanlar da değişiyor. Turist kalabalığı yerini dünyanın dört bir yanından gelen zengin kumarbazlara ve Monacolulara bırakıyor.
Hantal sandaletlerin yerini ince topuklar, şekilsiz şortların yerini tiril ketenler alıyor. Alain Ducasse’ın Hotel de Paris içindeki Louis XV lokantasında iğne atsan yere düşmüyor.
İnsan gelen geçene baktıkça sanki dünyanın bütün güzel kadınlarıyla bütün yakışıklı adamları sözleşmiş de o akşam bir araya gelmiş düşüncesine kapılıyor.
Bu izlenim kumarhaneye girer girmez kaybolsa da, kumarhane dediğin yüzlere yapışan gergin ifadeyle herkesi bir örnek kılsa da Monte Carlo’nun gecesi gündüzü gibi değil.
Bambaşka.
Gidilecekse mutlaka bir gece geçirilmeli.
Kumar oynanır oynanmaz ama Grand Casino’ya girilip bir kadeh içilmeli, Cafe de Paris’nin terasında gelen geçen izlenmeli ve nihayetinde elbette önceden yer ayırtmak koşuluyla Louis XV’de yemek yenmeli.
Anneme, Allah insanı yoldan çıkarmasın dedirten sahne
Gelelim Cannes’a.
Cannes sanırım Türk burjuvazisinin o kıyılarda en sevdiği şehirlerden biri. Limanı dolduran birbirinden lüks teknelerin arasında az buz Türk teknesi, kıyı şeridi Croisette’in üzerindeki binalarda sahipleri Türk olan az buz apartman dairesi yok. Hatta daha varsıl ailelerin Cap d’Antibes yolu üzerindeki yamaçlarda yüksek duvarlar arkasında konuşlanan malikaneleri olduğu söyleniyor.
Cannes özellikle de yılın bu aylarında cıvıl cıvıl.
Plajları, otelleri, Rue d’Antibes’de sıralanan butikleri, barları, gece kulüpleri ve her yerden fışkıran ünlü palmiyeleriyle zengin ve güzel bir şehir.
1834’te İtalya kıyılarını dolaştıktan sonra Nice’teki kolera salgınından ötürü Cannes açıklarına demirlemek zorunda kalan ve hasbelkader geldiği bu küçük kasabayı çok seven Lord Brougham’ın hazır gelmişken bir villa yaptırtayım bari diyerek inşa ettirdiği Villa Eleonore Louise’den beri dünya zenginlerinin gözdesi olmasında şaşılacak bir şey yok.
1920’lerin çekiciliğini yansıtan Majestic Barriere Oteli, 1930’ların yani art deco’nun hüküm sürdüğü Martinez Oteli, ikisinin arasında yer alan kremalı pasta kıvamındaki Carlton ya da her odası ayrı döşenmiş postmodern 3.14 yani Pi Oteli, kalınabilecek yüzlerce otelden birkaçı. Bunlar şehir içindeki oteller. Biraz uzaklaşıp da Cap d’Antibes’e gidilir ve Film Festivali sırasında Cannes’ı mesken tutan yıldızlar gibi konaklamak istenirse Eden Roc Oteli’ni de hatırlamakta fayda var.
Tüm bu saydıklarım pahalı oteller.
Zaten Cannes da zenginlerin şehri.
Cüzdanı boş ama gönlü hoş olanlara tavsiyem ise bu saydığım otellerin barlarına, bahçelerine, teraslarına gitmek. Oralarda içilen bir kadeh diğer yerlerde içilenden daha pahalı değil. Üstelik bizim Eden Roc’ta yaptığımız gibi kalanları izlemek de cabası.
Annem, otel girişinde karşılaştığımız biri fönlü beyaz saçlı, beyaz keten takımlı ve bronz tenli, diğeri lacivert keten elbiseli, esmer ve elbette bronz tenli iki adamı biraz sonra yürümekte zorluk çeken ve yüzlerini gerdirmekten ötürü kaşları saç diplerinde biten iki Amerikalı hatunun koluna girmiş görünce otelin servisini övmeye başladı. Adamların yürümekte zorlanan müşterilerin koluna otel tarafından takılan canlı bastonlar değil de hayatlarını bu yoldan kazanan jigololar olduğunu öğrendiğinde de gözlerini onlardan alamadı. Ne her biri yüzyıllık fıstık çamlarının hışırtısını dinledi, ne ortalığı kızıla boyayan gün batımını izledi. İki yudumda bir "Allah insanı yoldan çıkarmasın," dedi.
Cannes’a gidilecekse bir de yarım şişe şarap ve üç tabak için 40 Euro’luk bir hesapla makul yerler listesinin başına kurulan Baoli’de (+33 493 43 03 43) yemek yenmeli.
Monte Carlo ile Cannes bitti ama Riviera bitmedi.
Elbette Saint-Tropez de var. Saint-Tropez’nin plajları (55 gibi nicesi) lokantaları (La Mistralee ve dahi yüz tanesi) otelleri (eski günlerin anısına Byblos ve yüzlercesi) say say bitmez.
Saint-Tropez, bütün sahil şeridinin Saint-Tropez’yi Saint-Tropez yapan Brigitte Bardot gibi belki de el değmemiş tek yeri.
Juan-les-Pins, Antibes, Cagnes-sur-Mer, Nice ve Cannes arasında birbirinin devamı gibi duran küçük kasabalar. Her birinin havası başka. Hepsi güzel ve sevimli. Antibes’de yemek yediğimiz yeri çoktan unuttum ama Golf Juan’daki Tetou’nun adını belleğime kazıdım.
Haksız da değilim hani.
Hayatımda böyle bir ’bouillabaisse’ tatmadım.
Paylaş