Sabahın altısında çalan telefon istese de istemese de acı çalar.
Yüreğim ağzımda açıyorum ki ne acısı, arayan tatlı Yonca.
Yonca Ebüzziya.
Nerede olduğumu soruyor.
Daha doğrusu nerede olduğumu sorduğunu sanıyorum.
Cızırtılı hat yüzünden sesi kesik geliyor.
Mümkün olduğu kadar hızlı, Afrika’ya taşınacağını söyleyen oğluna "Ayy çok uzak" diyen reklamdaki anne gibi, dünyanın öbür ucunda, diyorum.
Sonrası karışık.
Ne zaman dönüyorsun’u... bekliyoruz... test... birlikte... istiyoruz... unutma... izliyor.
Anlamıyorum ama ne isterse istesin yeter ki o istesin.
Olur diyor, kapatıyorum.
Sersemliğe devam ama uyku kaçtı bir kere.
Ne testi olabilir? Test dediğin evde olmaz, televizyon programında olmaz, olsa olsa marka elçisi olduğu Borusan’da olur.
Test de herhalde test sürüşü.
Araba kullanmadığımı da bilir oysa.
Ama ben değil miyim hayatında şoför mahalline oturmamışken geçen yıl Chrysler’in yeni modelini denemek için kalkıp Lizbon’a giden?
Tamam da orada Nihat Odabaşı vardı. Feride Edige vardı. Biri savrulun test sürüşü var diye bağıra çağıra uzun yıllar elini sürmediği direksiyon başına geçmiş, diğeri benim sağıma soluma güvenmediği için elime tutuşturulan haritadan bir tane de kendine edinip arka koltuğa yerleşmiş, pilot tamam, co pilot tamam, bana da Define Avı oyunundaki gibi işaretleri izleye izleye geçtiğimiz Lizbon sokaklarının keyfini sürmek düşmüştü.
Vardır Yonca’nın bir bildiği diyor yeniden uyumayı deniyorum.
Çok geçmeden de unutuyorum: Hem testi, hem sürüşü.
Dönüşümün ertesi günü bu kez uçak sersemi, evde adımı bile hatırlamaktan aciz kör yarasalar gibi dolaşırken arıyor Yonca.
Biliyorsun diyor bu akşam testte, testteyiz.
Test değil miydi bu? Ne zaman çifte kavruldu?
Duraksamamdan unuttuğumu sanıyor. Hatırlamasına hatırlıyorum ama ne yapmam gerektiğini çıkaramıyorum.
Sanki vereceği cevabın içinde bütün ipuçlarını bulacakmışım gibi tutuyor, ne giymemiz gerektiğini soruyorum. Aklımca mont, kazak, pantolon derse söz konusu testin başlangıç noktası İstinye Borusan olan bir tür gece safarisi, etek elbise ceket derse aklımın ermediği başka bir meret olduğunu anlayacağım.
Cevabı muallak: Özel bir şey değil diyor, ben siyah pantolon ceket giydim.
O an sormayı da sorgulamayı da bırakıyorum.
Varsın dağınık kalsın, sürprizin tadı kaçmasın.
Sürpriz de sürprizdi hani. Bir sürü şey bekliyordum da bunu beklemiyordum. Borusan’ın İstinye’deki binasına adım attığımda özel bir geceye davetli olduğumu anladım.
Zaten evvel emir beğendiğim güzel bir yapıdır, işte o yapının girişindeki geniş hol, mum ışığı ile aydınlatılmış gibi loş.
Sağda tiril beyaz örtülü, tek süsü düz kesim iki kristal vazoya özenle yerleştirilmiş kırmızı laleler olan büyük dikdörtgen bir masa var.
Tenha bir masa.
Sıra sıra bardak, dizi dizi çatal, köşe bucağa iliştirilmiş tuzluk biberlik yok.
Sol tarafa davetli sayısı az olduğu için üç yüksek masa konmuş.
Onların da üzerleri boş.
Ne abur cubur kasesi ne başka şey. Sadece küçük mum ve tablaya benzer bir tabak.
Masa da tabak da belli ki yemek öncesi sunulan içki kadehleri boşaldığı zaman bırakılsın, sunulan tadımlıklarla gelen peçeteler atılsın diye konmuş.
Büyük holde göze çarpan tek şey, eğik bir platformun üzerinde burnu aşağıya gelecek şekilde duran kuzguni siyah Range Rover.
Gecenin esbabı mucibesi o.
Borusan Otomotiv, Range Rover TDV8 in bu yılki tanıtımı için benim çifte kavrulmuş dediğim bir uygulama düşünmüş, otomobil ile gastronomiyi bir araya getirmiş.
Elbette adı testte test değil: Test&Taste.
İstinye Borusan’da form doldurup test sürüşüne katılanlar arasında yapılacak çekilişte kazananlar konuklarıyla birlikte Borusan’da tıpkı bizim katıldığımız gece gibi bir gece geçirebileceklermiş.
Yemek, hele hele bir otomotiv şirketinde yemek yemenin neresi ilginç diye düşünenler olabilir. Onlara şunu söyleyebilirim: Borusan’ın mart sonuna kadar uygulayacağı bu etkinlik için anlaştığı kişi, Türkiye’nin en yaratıcı şeflerinden Mehmet Gürs.
Ve Mehmet’in o gece için hazırladığı yemekler ne İstanbul’un herhangi bir lokantasında -buna Mehmet’in kendi lokantaları da dahil- ne de Avrupa’nın iddialı lokantalarından birinde kolay bulunabilir cinsten.
Yaklaşık on bir tabaklık mönüde neler yok ki?
Burada hepsini yazmak ve talihlilerin karşılaşacakları sürprizin tadını kaçırmak istemem.
Ama rahatlıkla yok yok diyebilirim.
Çoğunun malzemesi yurt dışından gelmiş ve Mehmet hepsine özel adlar vermiş. Sis, Kutu Kutu, Ege, Duman, Bahar Gelsin Artık, Küflü Keçi ve yemekten çatladığınızı düşündüğü anda çıkarttığı Ha Gayret gibi.
Sadece yemekler değil, yemeklere eşlik eden içkiler de özel.
Dom Perignon 1996 ile başladığınız maratonu Grappa di Nebbiolo da Barolo 1993 ve Berta Cognac xo ile bitiriyorsunuz.
Mehmet biraz ileride kurduğu ince uzun masada yardımcılarıyla birlikte kotarıyor yemekleri.
Yavaş yavaş, sindire sindire, eğlene eğlene.
Sizden de yavaş yavaş, sindire sindire, eğlene eğlene yemenizi bekliyor.
Bir de işin fazladan artısı, bunca güzel yemeği yerken ense kökünüze dikilip yediklerinizin ne olduğunu anlatan birinin olmaması.
Yemek faslı bu.
Esbabı mucibeye gelince.
Bu konuda ahkam kesecek en son kişi herhalde benim.
Benim için arabaların bir rahat olanı vardır, bir rahatsızı.
Bir hızlısı vardır bir yavaşı.
Bir de yüksek olanla yere yapışanı.
O kadar.
Bilen zaten bilir ama Range galiba hem rahat hem yüksek hem hızlı.