Bilmediğimiz bir alfabenin gizli harfleri

4dk okuma

Yazıların da bahtı var galiba.

Kimininki açık, kimininki kapalı.

Yaşadığınız an ile yaşadıklarınızı yazdığınız an, aynı değil çünkü.

Bir yere gidip eğleniyorsunuz. Biriyle karşılaşıp seviniyorsunuz.

Bir şeye tanık olup etkileniyorsunuz.

Ya da tam tersi...

Gel gelelim bunları yaşadığınız gibi aktaramıyorsunuz her zaman.

Hayat devreye giriyor.

Örneğin coşkulu bir cümlenin ortasında gelen bir haber dilinizi kilitleyebiliyor.

Biliyorsunuz ki ondan sonra yazacağınız her kelime artık kekeme.

Biliyorsunuz ki artık yazılan yaşanana ihanet eder... Ve acılarına rağmen

sahneye çıkabilen aktörlerden değilseniz eğer, insana susmak düşer. Geçen hafta böyle oldu. Sabah kalkmış gazete yönetimini şaşırtacak bir acelecilikle yazının başına oturmuştum.

İstanbul’a döndüğümden beri gittiğim en hoş yeri, uzun süredir görmediğim insanlarla karşılaşma sevincini ve hayranlıkla gezdiğim bir sergiyi yazmaya koyulmuştum ki gelen bir haberle donakaldım. On yıldır kendini kuyruğum sanan köpeğim Çapkın’ın beklenmedik ölümü dilimi bağladı, yüreğimi dağladı.

Önümde iki seçenek vardı:

Ya yazıya çalakalem bir iki cümle daha ekleyip yollayacaktım.

Ya da kendime, Alev’e, Nil Yalter’e duyduğum saygı adına susacaktım.

Bildiğiniz gibi öyle yaptım.

Duymayan kaldı mı acaba?

Sanmam.

Çünkü geçen hafta neredeyse bütün gazete ekleri ile televizyon kanallarının sanat programlarında hep bu sergiden söz ediliyordu.

Yani Teşvikiye’deki Galeri Nev’de açılan sergiden.

Yani ünlü seramik sanatçısı Alev Ebüzziya ile mültimedya sanatçısı Nil Yalter’in açtıkları ortak sergiden.

Bu programları izleyen ya da her ikisiyle de yapılan söyleşileri okuyanlar bilir ama izleyip okuma fırsatı bulamayanlar için bir kez de ben yazayım:

Söz konusu iki sanatçı, yaşamlarını halen Paris’te sürdüren ve yedi yaşından bu yana birbirlerini bir kez bile incitmediklerini söyleyen iki eski dost.

Bundan yaklaşık on beş yıl önce daldıkları deruni bir sohbette ortak bir sergi yapma fikri doğmuş.

Ancak bu fikri hayata geçirmek sandıklarından da zor olmuş.

Mesele, kendi köşelerinde yaptıkları eserleri birlikte sergilemek olsa neyse de, onların ortak sergiden anladıkları bu değil.

Onlar için ortak sergi demek; birbirini iyi tanıyan, sanatsal kaygıları benzeş olan iki kişinin aynı fikirden yola çıkarak gerçekleştireceği; yaratım süresinde kimsenin kimseye müdahale etmeyeceği, mümkün olan en az dirsek teması ile kotarılacak eserlerin birbirlerine eklemlenmesiyle doğacak sinerjinin sergilenmesi demek.

Farklı iki sanatçının, farklı malzeme kullanarak vardığı noktanın nasıl tamamlayıcı olabileceğini göstermek demek.

Farklı iki elin, farklı iki dilin bütünleşmesi demek.

Başlı başına durup hal hamur olmak demek.

ESERLERİ GALERİDE DEĞİL MÜZEDE SERGİLENİYOR

O yüzden sergi için on küsur yıl beklemek zorunda kalmışlar.

Bundan dört yıl önce de kolları sıvamışlar.

Biri eline paletini, diğeri kilini almış ve ortaya otuz küsur eser çıkmış.

Galeriden girer girmez, sağ taraftaki duvarda Nil Yalter’in büyük bir panosu yer alıyor.

Nil, dediğim gibi bir mültimedya sanatçısı. 1965 yılında sanatını geliştirmek için Paris’e taşınıyor ve o gün bu gün anlatmak istediklerini değişik araçlar kullanarak anlatıyor: Bunun adı kimi zaman tuval, kimi zaman yerleştirme, kimi zaman video.

Eserlerini sergilemek için tercih ettiği yerler de genellikle galeriler değil, müzeler.

Her ne kadar ismi ülkemizde pek bilinmese de dünyanın hatırı sayılır müzelerinde sergi açmış, sanat çevrelerinin yakından tanıdığı biri.

Bu sergide yer alan eserlerine gelince; bunlar on kat sürülmüş sedef boyalar ve haddeden geçmiş metallerle kotarılmış geometrik şekillerin yer aldığı ve tabiri caizse ancak satır aralarını okuyabilenlerin görebileceği; bilinçli bırakılmış boşlukların bütünü anlamlandırdığı tuvaller.

Onun tuvallerinde olan renk ve şekiller Alev’in taslarında da var.

ALEV’İ HÁLÁ TANIMAYANLAR VAR MI?

Zaten sözünü ettiğim panonun yanı başına Alev’in biricikliğinin simgesi olan, ufacık bir dokunuşla kendi çevresinde dönen, insana bir yüzeye oturmuyor da havada duruyor izlenimi veren tasları sıralanmış.

İlk bakışta hayli yadırgatıcılar çünkü Alev’in bilindik formlarına karşın onun alışılageldik renklerini, yani Akdeniz’in derin mavisi ile durgunluğunu taşımıyorlar.

Bir kere, mavi değil siyahlar ve üzerlerinde de Nil Yalter’in eserlerinde olduğu gibi geometrik şekiller var: Haçlar, artılar, noktalar...

Alev’i tanıtmaya gerek bile duymuyorum. Nereden gelmiş nereye gitmiş, bugüne kadar kaç kişisel sergi açmış, hangi porselen firmalarında tasarımcı olarak çalışmış; bütün bunları ezbere bildiğinizi var sayıyorum.

SANAT GİZLİ BİR LİSAN MIDIR?

Galeriye adım atar atmaz insan afallıyor.

Bunun nedeni ne birinin ne diğerinin eseri. Eserlerin arasındaki ahenk.

Bir de söz konusu ahengin birbirini iyi tanımasına karşın hazırlık süresince hemen hiç karşılaşmayan iki sanatçı tarafından tutturulduğunu öğrenince afallamayı bırakıp, nasıl olabildiği üzerine kafa patlatmaya başlıyorsunuz.

Sorular soruları izliyor.

Sanat denilen şey diyorsunuz, ola ki gizli bir dildir.

O dili konuşmak herkesin harcı değildir.

Sezmek bile ciddi birikim isteyebilir.

Anlayabilmek için anlatılanı okuyabilmek gerekir.

Hem Alev’in taslarında, hem de Nil’in tuvallerinde gördüğümüz o haçlar, o artılar ve o noktalar, belki de bildiğimiz şekiller değil bilmediğimiz bir alfabenin saklı harfleridir.

Sergiyi gezip çıkmasak, zaman harcasak, satın alsak, eve gelsek, birlikte yaşasak... Belli mi olur, belki hepsi sırrını ele verir.

İşin A’sını çözersek belki ardından B’si gelir.

Sanat gizli bir dilse eğer, sanatseverlik de belki bir çeşit hurafeliktir.

Öyle olması gerekir.

Ama gene de...

Kim bilir?

Kim bilir?

Kim bilir?
Yazarın Tüm Yazıları