Ben, dokuzuncu kattan Figenna Baturova

Hocanın tavşan suyunun suyundan üç çorba çıkar da, dört günlük sarı yaz gezisinden iki yazı çıkmaz mı?

Çıkar, hem de nasıl çıkar.

Laf ola torba dola misali de değil üstelik. Geçen hafta girizgahı uzun tuttuğumdan değinemediğim koca bir Keskinoğlu Tavukçuluk var bu bir, dönüş yolunda gidip kaldığımız Çeşme Sheraton var bu iki, yolu uzatmayı göze alarak uğradığımız Tire’deki ünlü lokanta var, bu da üç. Bir de Cihangir, etti mi size dört. Hoş onu bir yazıya sıkıştırmak olmaz, başlı başına bir yazı konusu kendisi o da ayrı./images/100/0x0/55eb6404f018fbb8f8be133f

İçlerinde üzerine en az laf edilecek olanı Tire’deki lokanta. Nedenine gelince, yıllardır öyle değişik ağızdan öyle ballandıra ballandıra anlatıldığını dinlemişliğim var ki, anlaşılan iyi yemek yenen bir dağ lokantasından çok daha fazlasını hayal etmişim.

Yolu kırk beş dakika uzatmanıza değdi mi, diye sorarsanız hemen evet derim, ama bu yediğimiz içtiğimizden çok güzergahın güzelliğindendi diye de eklerim.

Sağlı sollu ekili tarlalar arasından geçip, her biri birbirinden güzel küçük dağ köylerini ardınızda bırakarak Söke Ovası’na kuşbakışı bakan Kaplan Çağdaş lokantasına geliyorsunuz. Kaptan Çağdaş, dağdan akan buz gibi suların ortasında, asma çardaklarının gölgesinde kurulu masalarıyla şirin bir lokanta. Biraz da özellikleri olan ot yemeklerinin mevsimi olmadığından, ünlü Tire köftesi, bahçelerinde yetişen bostan patlıcanıyla yaptıkları mezeler ve gerçekten başka bir yerde yeme şansı bulamayacağınız müthiş biber kurutması ile yetinmek zorunda kaldığımız yemekleri güzel olmasına güzel, ama o kadar. Yok İstanbul’dan kalkıp bir günlüğüne Tire’ye gitmeler, yok sadece Tire kebabı yemek için düzenlenen toplu geziler bence fazlasıyla abartılmış hikayeler.

Gelelim Keskinoğlu Tavukçuluğa...

Gözünüzü kapayın ve iki yüz elli bin tavuğun yüz otuz metre uzunluğundaki koridorlarda yan yana yaşadığı, ısının her daim yirmi bir derece tutulup her daim soluk sarı ışıklarla aydınlatılan ve koridorun ucundan bakıldığında dalgalanan bir ibik deniziyle karşılaşılan büyük bir kümes düşünün.

Öyle bir kümes ki, koku yok. Garibanlardan biri hastalanacak ya da ölecek olsa şıp diye anlaşılan, hangi tavuğun kaç yumurta yumurtladığı baştan belli bir kümes. Hayvancıklar ömürlerini balık istifi bu kümeste geçiriyor ve altmış beş hafta sonra da kesilip kart yani ucuz tavuk olarak belirli yörelere satılıyorlar. Bu altmış beş hafta içinde de işlerini yapıyor yani yumurtluyor yumurtluyor yumurtluyorlar. O yumurtaların her biri yürüyen bantlara düşüyor, devrile yuvarlana saat başı değiştirilen bir elemanın önünden geçiyor, kırıklar çatlaklar bir kenara ayrıldıktan sonra bu kez içlerini gösteren bir ışık testine tabi tutulup orada da sarısı nasıldır, çift midir kanlı mıdır eleniyor ve günlük olarak piyasaya sürülmek üzere paketleme bölümüne yollanıyorlar.

Kesimhane tesislerini iyi ki gezmedim, çünkü gezsem bir daha ağzıma tavuk sürmeyeceğimden adım gibi emindim.

Bundan böyle çift sarılı yumurta yemeyeceğim gibi.

Meğer strese giren tavuk çift sarılı yumurta verirmiş. Huysuzlanan hayvanın döl yoluna bir yerine iki yumurta düşer ve genellikle normalden iri bu yumurtaları yumurtlamaya çalışan tavukcağız da zorlanmadan ötürü telef olup gidermiş.

Tavukçuluk dünyasında buna, arkası çıkmak deniyor.

Anladınız sanırım.

Keskinoğlu tesisleri insanı etkileyecek büyüklük ve modernlikte entegre tesisler. Üstelik bunu yaratanın böbürlenmekten hiç hoşlanmayan, geleneklerine sıkı sıkıya bağlı, kazandıkları her kuruşla gene yatırım yapan ve yaklaşık iki bin kişiye iş imkanı yaratan bir aile şirketi olduğu düşünülürse, insan etkilenmenin de ötesine geçip hayranlık duymaya ve Türkiye bir yere gidecekse eğer, işine canı gönülden bağlı böyle çalışkan ve mütevazı insanlarla gidecek diye düşünmeye başlıyor.

TERK EDİLMİŞ ÇEŞME’NİN KALABALIK OTELİ

Dönüş yolunda Çeşme’ye uğramaya daha yola çıkmadan karar vermiştik.

Sheraton’ın Satış ve Pazarlama Müdürü Cihangir Canıyılmaz’a uzun süre önce verilmiş bir sözüm vardı. İlk fırsatta Çeşme’ye gideceğimi ve mutlaka onu ve oteli göreceğimi söylemiş, ama gel gör ki verdiğim sözü yerine getiremiştim.

Urla’da küçük bir mola veriyor ve Alaçatı üzerinden Çeşme’ye geliyoruz.

Şair bu ne biçim Kars böyle bir kenarda, der ya o güzelim şiirinde, ben de sokaklarında in cin top oynayan kasabaya bakıp bu ne biçim Çeşme böyle diye düşünüyorum. Limanda yükleme yapan bir iki işçi, en civcivli yer olması gereken çarşı tenha ötesi, önünden geçtiğimiz hemen hemen bütün evlerin panjurları inik. Tamam geçmesine yaz geçti ama Urla’da az da olsa bir kıpırtı Alaçatı’da hayat olduğunun işaretleri vardı. Peki neden burası ölü toprağı serpilmiş gibi?

Terk edilmiş sayfiyelerin insanda hüzün yaratan bir yanı vardır ya hani, Çeşme’ye adım attığım anda hüzünleniyor ve bir bahane bulsam da Sheraton’a şöyle bir uğrayıp kaçsam diye düşünmeye başlıyorum.

Gider oteli gezer, Cihangir ile bir kahve içerim. Gittim mi gittim. Sözümü tuttum mu tuttum. Akşam akşam Bodrum’a dönmek de şart değil, olmadı Alaçatı’da konaklarız, gözümüze kestirdiğimiz Tuval’de yemek yeriz diye kurarken Sheraton’a giden yola sapıyor ve bahçe kapısından girer girmez şaşkınlıktan dilimizi yutuyoruz.

Sen misin Çeşme’ye ölü toprağı serpilmiş diyen?

Ben diyeyim beş yüz, siz deyin bin kişi arı kovanı gibi merdivenlerden inip çıkıyor ve kuyrukta bekleşen otobüslere binip bir yerlere gidiyorlar.

Kılık kıyafetlerine bakılırsa turist değiller, iş adamlarıyla iş kadınları desen o da değil, tatil yapmaya gelmiş bir grup desen hiç değil.

Lobiye adım atıyor ve karşımıza çıkan koca afişi görmemizle işin sırrını çözüyoruz: Bütün bu kadınlı erkekli grup, Türkiye’nin dört bir yanından onuncu ulusal kongreye katılmak için gelen kalp ve damar cerrahları.

Tam o sırada Cihangir’i görüyorum. Işıldayan insanlar vardır ya hani, içi dışı bir, neşeli ve ışık saçan insanlar, işte sesine aşina olduğum halde yüzü bana yabancı Cihangir de onlardan biri.

Lobideki kalabalığa hálá şaşkın gözlerle baktığımızı görünce, bu kalabalığa alışkın olduklarını, otelin yaz aylarında tatillerini burada geçiren müdavimlerle dolup taştığını, yılın geriye kalan zamanı da iki bin iki yüz kişilik convention center’dan ötürü, tıklım tıklım dolduğunu anlatıyor. Bunun çevre oteller için de fırsat yarattığını ekleyip bizi odamıza götürmek üzere öne düşüyor.

BİN METREKARELİK OTEL ODASI

Kapıda gördüğüm kalabalıkla dilimi yutmuş olan ben, kapısından girdiğim oda ile bu kez küçük dilimi yutuyorum.

En üst katta bulunan, adına oda denebilirse bu oda, önünde uzanan yüzme havuzlu dev terası, çatısındaki helikopter sahası, çeşitli köşelere serpiştirilivermiş oturma birimleri, iç içe geçen odaları, banyoları ve iyi bir ev kadının ancak hayalini kuracağı ebattaki mutfağı ile tam bin metrekare.

İlk sorum ister istemez burada kimlerin kaldığı oluyor.

Cihangir şimdi adını unuttuğum bir Rus oligarktan söz ediyor. Nikel kralıymış. Başkası diye üstleyince karşıma başka bir Rus daha çıkıyor.

Hiç Türk yok mu diye sorunca ağzından Kenan Doğulu ve Serdar Ortaç’ın adlarını alıyorum. Ama ötesi onda gizli.

Otellerin kral daireleri olarak addedilen bu tür dairelerini az çok bilirim. Kalmışlığım değilse de görmüşlüğüm vardır. Bu meret ne yalan hiçbirine benzemiyor. İnsana evet belki konfor ama ondan da ötesi büyük bir yalnızlık sunuyor.

Çeşme Sheraton kaplıcalarıyla ünlü ya, Cihangir ertesi günün bizim yenilenme günümüz olmasına karar vermiş. Sabah Bali evinde masajla başlayan, ardından taş terapisiydi, yağ terapisiydi devam eden, sonunda da litrede üç yüz yirmi gram mineralleriyle Türkiye’nin en zengin kaplıca suyu olduğu söylenen havuzlarda yirmi dakikalık arınma seansıyla biten bir program.

Bali faslından sonra pes ediyor, kendimi karınca gibi hissettiğim odaya çıkacağıma insan kaynayan lobideki kahveye oturup bir soda söylüyorum.

Akşam Rasim Usta’nın cibesli, hardalotlu ege mezelerini ve sütlü levreğini yiyeceğiz.

Artık kalkmam ve hazırlanmak için yukarı çıkmam gerek.

Bir garson hesap pusulası için oda numaramı ve adımı soruyor. Bir an düşünüyor ve dokuzuncu kattan Figenna Baturova diyorum.
Yazarın Tüm Yazıları