Avşa Adası’nın büyülü bağları

Yılbaşı öncesi tam da bugün, ağzıma lokma koyamam dediğim günlerden birinde kendimi koşar adım Sunset’e giderken buluyorum.

Derdim imanım, ağzıma tek lokma atacak olmasam da, buluşma saatini bir saniye bile geçirmeden orada olmak. Çünkü mahcubum...
Hayatta beklemek kadar bekletmekten de benim kadar nefret eden azdır ama sakınılan göze çöp batar misali bu kez başıma gelen iş iyice beter.
Yemek, Büyülübağ şaraplarının sahibi Alp Tözüner ve Inhouse Halkla İlişkiler’in sahibi Esra Türker ile, dediğim gibi Sunset’te.
Esra ile yaklaşık iki ay, her birimizin boş olduğu bir öğle saatini ayarlamaya çalışıp zar zor da olsa bir tarih saptamıştık ki, tuttum tarihleri karıştırdım.
Olacak iş değil.
Aslında o günmüş bizim yemek.
Mahcubiyetim bu yüzden.
Neyse olan oldu bir kere. Geç kalmayayım yeter.
Kalmadım da...
Gittiğimde Alp Tözüner görünürde yok ama Esra çoktan gelip masaya geçmiş. Sadece Esra da değil, Alp Bey’in bugün ilk kez tadacağız diye yolladığı şaraplar da açılıp karafta süzülsün, havalandıktan sonra içilsin diye masadaki yerlerini almış.
Biraz sonra Alp Tözüner de geliyor ve masaya oturmasıyla koyu bir sohbet başlıyor. Elbette başı, ortası, sonu şarap olan bir sohbet...
Bu arada tadılacak 5 şarabımız var. Biri sauvignon blanc, diğeri chardonnay olmak üzere iki beyaz... Bu yıl ilk kez görücüye çıkan shiraz, cabarnet ve Büyülübağ şarapçılığın gözdesi Reserve olmak üzere de üç kırmızı...
Sunset’in yemekleri malum... Suşi’den çeşitli balıklara onlarca beyaz eşlikçisi olabilecek yemek var ama ben her ikisi ile de iyi gideceğini ve bir gece önceki mide fesadıma uygun düşeceğini düşündüğümden risotto ısmarlıyorum. Önce sauvignon blanc, ardından da chardonnay tadıyoruz.
Nasıl kırmızı şarapçıların gözbebeği cabarnet ise beyazcılarınki de sauvignon blanc’dır genellikle. Oysa bende, chardonnay dendi mi akan sular durur. Hele ki deniz ürünleri ile birlikteyse... Tattığımız sauvignon blanc’ı biraz daha olgunlaşırsa tam kıvamını bulacak bir şarap olarak görüyor ama zaafımdan mıdır nedir, chardonnay’e bayılıyorum. Büyülübağ’ın cabarnet ve Reserve’i zaten yabancısı olduğum tatlar değil, ama ilk kez tadacağım shiraz’ı Avşa’nın havasına suyuna uydu mu bu özel üzüm acaba, diye çok merak ediyorum?
Uymuş ki ne uymuş...
Bilenlerin bildiği üzere piyasaya sürüldüğü ilk yıldan beri ödül üzerine ödül alan Büyülübağ şarapları Avşa Adası’ndaki bağlarda üretiliyor.
Neden Avşa derseniz, Alp Bey’in dedesi yıllar önce biraz da tesadüfen keşfettiği adaya öyle vurulmuş ki, orada hatırı sayılır miktarda toprak satın almış. Eh Avşa Adası’da bağlarıyla ünlü bir ada. Tıpkı diğer adalar gibi Rum nüfusundan ötürü şarapçılıkla uğraşan ve Rumların göç etmesinden sonra şarapçılık işini kenara atan bir cennet.
Alp Bey, bir gün tak etti, diye anlatıyor kendi şarap serüvenini...
Okul bitmiş uluslararası bir şirkette çalışılmaya başlanmış, yükselinmiş yükselinmiş ve günlerden bir gün, yaşamak istediğim hayat bu değil kararı alınıp dede topraklarında şarapçılık işine başlanmış.
Sonrası her bağ kuranın başından geçen hikaye...
Toprak analizleri, mineral tespitleri, iklim uygunluğuna bakma, Fransız önologlarla yapılan görüşmeler, birinde karar kılma, omacaların dikimi, olanların ıslahı, tesislerin inşası ve sabrederek sabrederek sabrederek geçen yıllar.
Hikayenin burasında cabarnet’nin tadımına geçiyoruz.
Boşuna ödüllere doymadı bu şarap.
Hele o Reserve yok mu o Reserve... Bu yıl katılacağı yarışmalardan hangi madalya ile döner bilmem ama gerçekten mükemmel.
Bizim ülkede şarapla uğraşmanın Müslüman mahallesinde salyangoz satmak olduğu benzetmesi herhalde bin kez yapılmıştır ama doğru söze ne denir?
Parasını, emeğini, daha da ötesi hayatını bu zorlu işe yatıran herkese büyük saygı duyuyorum.
Bir de tıpkı Büyülübağ’da olduğu gibi iyi sonuç aldıklarını görmek yok mu? Övünüyor, seviniyor, bayılıyorum.

Organik gıda düşkünlerine

yemek-mutfak *
ağırlama-sofra
adres-mekan
içki-sigar *
mey-meyhane
lokanta-bar
çay-kahve
ev-dekorasyon *
tasarım *

düzenleme
çiçek-bahçe
televizyon
haber-dizi
tatil-gezi-şehir
otel-spa-sağlık
güzellik-makyaj
moda-alışveriş *
sinema-tiyatro



Tarabya’da bankaya giderken arkamdan biri bağırdı: Döndüm baktım, genç bir kadın.
Gülümsemesi tanıdık, gözleri de öyle ama gel de çık işin içinden, kimdi diye... Koştu boynuma atıldı, yüzümdeki ifadeden tanımadığımı anlamış olmalı ki, ben Havva’nın kızı Aysun diye kendini tanıttı.
Hey gidi günler heyyy...
Son gördüğümde yeniyetmelikten genç kızlığa geçiyordu. Bu arada evlenilmiş, ayrılınmış, uzun süre organik gıda deyince akla ilk gelen şirketlerden birinde çalışılmış ve kendi kanatlarıyla uçma vakti kapıyı çalınca Tarabya’daki bu küçük dükkan açılmış: Sihirli Otlar.
İçeride satılan her şey A’dan Z’ye organik.
Bir de iddialı ki, sormayın gitsin. Dükkandaki her ürün, İstanbul’un başka yerlerinde satılan benzerinden değil, eşdeğerinden değil, aynından daha ucuz diyor da başka şey demiyor.
Üreticilerle ilişki kurmuş, aracı yokmuş, doğrudan onlardan alıyormuş.
Haksız rekabet mi bu, diye soruyorum.
Değil ablacığım diyor, aza kanaat.
Organik gıda düşkünlerine, özellikle de bizim mahalle sakinlerine duyrulur.
Orada minicik bir dükkan var... Tarabya’dan Maslak’a çıkan yolun solunda kalan ilk ara sokakta.

Neslihan Yargıcı’ya benzeyen bu kadına kulak verin

İnternet faresi olmadığım kesin.
Bırakın faresi olmayı, düpedüz özürlü olduğum bile söylenebilir. Dolayısıyla adına nerede rastladım da üye oldum benim için hâlâ muamma. Her ne hal ise üç yıldır “Diane, A Shaded Wiev on Fashion” diye bir siteden düzenli olarak mail alıyorum.
Site, adından da anlaşılaşağı gibi moda odaklı bir site ama ilgi alanı sadece moda değil. Tasarım, fotoğraf, çağdaş sanat, sokakta olup bitenler, köşe bucak adresler, hatta Diane adlı site sahibesinin kaldığı oteller, katıldığı davetler... İçinde ne istersen var. Tek ölçüt, yeni olacak, estetik olacak...
Diane, gördüğüm kadarıyla bizim Neslihan Yargıcı gibi, hatta ondan daha da çarpıcı bir kadın. Gözde siyah kelebek gözlükler, yerlerde sürünen siyah kıyafetler, başta siyah bir hotoz, moda peşinde dünyanın dört bucağını dolaşıyor. Gidemediği etkinlikleri de gidenlerin yolladığı haberlerle duyuruyor. Sayesinde adını önceden bilmediğim pek çok modacı, takı tasarımcısı ve butik keşfettim. Bayıla ayıla aldığım ve sayfadaki fotoğrafta taktığım plastik takıları yapan Uli Rapp ve hâlâ izini sürdüğüm Elia Maurizi gibi takı, Eelko Mooreni gibi mobilya tasarımcılarının adına onun sitesinde rastladım.
Kimi uzun kimi kısa, kimi dopdolu kimi laf ola ama külliyen fiyakalı mailleri almak isteyenler için site üyeliği bedava. Meraklısına.

40’ında alınan kararlar unutulur Mutlucuğum

Vatan’da okumaktan müthiş keyif aldığım bir hemcinsim var: Mutlu Tönbekici.
Kendisi bilmez ama yazarla okur arasında kurulan o garip bağ benimle Mutlu arasında var.
Geçen gün 40 yaşın muhasebesini yaptığı yazıyı okuyup bir sonraki gün de sayfasını okurlara açtığını görünce gülümsemeden ve şu yazacaklarımı yazmadan edemedim.
40 yaşımı idrak ettiğim ve benden başka kimseciklerin bilmediği kalın kaplı kara defterime tıpkı onun gibi altını çizerek şimdi bir tanesini bile hatırlamadığım maddeler döşendiğim o yıl, bir grup arkadaş oturmuş konuşuyoruz. Hayat, memat derken aşka gelmişiz. Ben ukala bir tavırla muhasebe defterime düştüğüm kararları Montaigne aforizmalarını aratmayacak afili cümlelerle sıralıyorum..
Bütün yaşıtım kadınlar onaylayarak başlarını sallıyorlar. Gördük, değdik, yandık, geçtik ya hepimiz ermişiz. Hepimizde bir bilmişlik ki o kadar olur ancak.
Bir o, o yıllarda 70’ini geçmiş ve işi asla bitmemiş Leyla Pamir tek laf etmiyor.
Susup susup söylediği cümle bu gün bile aklımdan çıkmaz: “Vallahi” demişti, “sizleri bilmem ama ben bu yaşa geldim, hayattan hiçbir ders almadım. Örneğin ne zaman aşık olsam hooop 17’me dönerim. Ne zaman beni heyecanlandıran bir iş gelse para konuşmadan kabul ederim. Lafı gediğine oturtmayı beceremem ama boş vermeyi de bilmem, günlerce içim içimi yer. Bu yaşımda överler kızarırım, söverler kızarırım, döverler kızar ama gene kızarırım. 40’mış, 50’ymiş boş verin allasen... Boşuna dememişler insan 7’sinde neyse 70’inde odur diye. İnanın öyle...”
Valla Mutlucuğum şöyle bir geriye bakıyorum da, doğru.
Yaşıyorsun, geçiyorsun, öğreniyorsun da... Değişmiyorsun.
40’ımı ve 40’ımda aldığım kararları dediğim gibi çoktan unuttum.
Ama şu yaşımda bildiğim bir şey varsa o da Leyla Pamir’in haklı olduğu.
Yazarın Tüm Yazıları