Atina’da karanfiller havaya eğlencesi

Hesap ettim, komşuya ilk kez bundan tam otuz beş yıl önce gitmişim. Yetmiş ikide liseyi bitirdiğim yıl. O da bir iki günlüğüne. Diploma hediyem, Paris yolculuğuydu. Paris uçakları da o yıllarda önce Atina’ya iner, sonra yollarına devam ederdi.

Gençlik işte, o zaman mendil kadar olan Atina havaalanında istersem şehre inebileceğimi ve fiyat farkı ödemeksizin ertesi gün yoluma devam edebileceğimi öğrenmiş, şeytanın dürtmesini bile beklemeden bavullarımı emanete bıraktığımla kendimi eski püskü bir taksiye atmıştım. Hiç unutmam, çocukken Moda’dan göç ettiğini söyleyen ve çat pat Türkçe konuşan şoför beni bütçeme uygun olduğunu tahmin ettiği köhne bir otele götürmüş, gene İstanbul’dan gelme otel sahibi yaşlı karı-kocaya teslim etmişti. Ne

kadar uğraşırsam uğraşayım o küçük otelin nerede olduğunu çıkaramıyorum. Büyük olasılıkla Plaka’da bir yerlerdeydi, eski şehirde. Dar, karga sekmez sokaklar hatırlıyorum çünkü. Yerel ve zengin olmadığı her hallerinden belli halkın yemek yediği tahta masalı, tahta iskemleli, neonla aydınlatılan küçük lokantalar bir de.

Bunlar dışında aklımda şehre kuşbakışı bakan Akropol ve tek alışverişim olan pembe bir bikini kalmış. O kadar... Gerisi hayal meyal. Sonraki yıllarda yolum sık sık adalara düştü. Selanik’i bildim, Yanya’yı sevdim Kavala’ya bayıldım ama, ne kadar uğraşırsam uğraşayım denk getirip bir daha Atina’ya uğrayamadım. Kısmet bu sefereymiş. Meğer Atina’yı doya doya gezmek için otuz beş yıl beklemek gerekirmiş.

Otelimiz merkez yakınındaki Divani Caravel. Büyük, iddialı ve sevimsiz bir otel. En güzel yanı, yan gelip yatabileceğiniz ve karşınızda tepelere doğru tırmanan şehri seyredebileceğiniz geniş balkonu.

İlk işimiz Dimitri’yi aramak oldu. Dimitri gelecek ve bizi hakkıyla gezdirecek. Beklenti bu. Ama Dimitri gece adamı. Yatması sabah, kalkması akşam; gece kuşlarından. Telefon çalıyor, sonra bir bip ve sıkıysa anla mekanik sesli bir hatun kişi uzun uzun Yunanca bir şeyler anlatıyor... Yarım yamalak bir mesaj bırakıp lobiye indik ve bir şehir haritası kaptığımız gibi Plaka’ya gitmek üzere taksiye bindik.

Adamcağız papağan gibi bir ağızdan "Plaka! Plaka!" diye inleyen ve daha ayrıntılı bir adres veremeyen kafile karşısında şaşkın, ha bire bir şeyler anlatmaya çalışıyor: Kaş ediyor, göz ediyor, eliyle sağı solu gösteriyor ama açık ağızlarımız ve şaşkın bakışlarımızdan derdini anlamadığımızı sezip bir of çektiğinle bıraktığı yerden başlıyor. Biz de bu arada kendi aramızda derdinin ne olduğunu anlamaya çalışıyor, farklı farklı yorumlara gark oluyoruz.

İşte o an bir mucize oldu ve Türkçe konuştuğumuzu duyan şoför kırık ve uzun yıllardır kullanılmamaktan paslanmış bir dille bize dönüp Plaka’ya giden yolların kapalı olduğunu söyledi. Mucize, adamın Türkçe konuşması değil, bizi kazılarla kesilmiş yolların çevresinden dolaşıp eski şehrin ucuna götürürken anlattığı hikayeydi: On beş yaşında Moda’dan gelmiş. Büyükbabası Yorgo, Todori’de çalışırmış, vesaire vesaire...

Beni otuz beş yıl öncesine götüren ve Atina’da kaldığımız beş gün boyunca bir iki eskici, bir iki lokanta sahibi ve başka bir şoförden daha dinleyeceğim hüzünlü ve bildik hikaye...

BU MÜZELERİ GÖRÜN!

Şimdi hiç sevmediğim bir şey yapıp, size Atina’yı İstanbul’la karşılaştırarak anlatmaya çalışacağım.

Plaka, söylediğim gibi şehrin eski bölgesi. Tıpkı Ayvalık’taki gibi üst katında ferforje korkulukla çevrili küçük bir balkonu olan iki katlı evlerin arasına serpiştirilmiş tavernaları, her köşe başında hediyelik eşya satan dükkanları, kaldırımlarında bağıra çağıra tavla oynayan kül yutmaz esnafı ve taklit çanta satıcılarıyla dolu bir semt. Diyelim ki Sultanahmet.

Onun iki adım ötesindeki Monastraki, Taksim muadili.

Psiri, küçük kahveleri, galerileri, antikacıları ile Çukurcuma ya da Galata.

Kolonaki, butikleri, kafeleri, bakımlı beyleri ve alımlı hanımefendileri ile kesinkes Nişantaşı veya Maçka.

Merkez bu kadar.

Bunun ötesi, orta üst sınıf ve zenginlerin yaşadığı deniz kıyısı. Diyelim ki oralar da onların Anadolu yakası.

Şehrin göbeğinde efsanevi Akropol yükseliyor. Geceleri müthiş başarılı olduğunu düşündüğüm aydınlatmasıyla şehre hükmediyor. Buna karşın gündüz gözüyle görmek için binbir basamağını tırmanıp soluk soluğa yukarı çıktığınızda sizi vinçler arasında kalmış sütunlar bekliyor. Bundan bilmem kaç yıl önce ve Avrupa Birliği’nden edinilen fonlar sayesinde başlayan restorasyon çalışması uzadıkça uzamış ve rehberimizin söylediğine bakılırsa, işin tadı kaçmış.

Ulusal Müze, benim gibi artık müze yorgunu olduğunu söyleyenler için bile mutlaka gidilip görülmesi gereken yerlerden. Ama onun dışında bir Benaki Müzesi var ki, işte onu atlamak olmaz. İskenderiye doğumlu Benaki, ömrünü Yunan uygarlığının değdiği nesneleri toplamaya adamış ve yaşadığı ev ölümünden sonra müze yapılmış. Ev de ev hani... Malikáne ile saray arası. İçerde yok yok. Milattan önce dört binlere ait bir testiden büstlere, heykellerden işlemelere hatta ve hatta Türkiye’de örneği pek az olan ondokuzuncu yüzyıl Osmanlı evinin tam teşekküllü odasına ve Edirnekari işçiliğinin nadide parçalarına kadar binlerce eserin sergilendiği bir yer. Kısaca ölünmeli, kalınmalı, gezilmeli.

HAYAT GECE BAŞLIYOR ŞAFAKLA BİTİYOR

Bunun dışında Atina’da ne var diye sorarsanız; insanı afallatan bir gece hayatı ve Türkiye’de balık lokantası sahibi olsam ve "oradaki meslektaşlarımın neler yaptığına baksam, yerin dibine geçerdim" diye düşüneceğim, her biri birbirinden leziz deniz mahsulleri yapan binlerce lokanta var, derim.

Gerçekten lokantaların hepsi de ister afili Kolonaki, ister mütevazi Psiri, ister deniz kıyısında olsun, müthiş. Midyenin, kalamarın, tarağın bini bir paraya. Gerçekten de bini bir paraya!

Gece hayatına gelince...

Dimitri gece kuşu ya, aldı bizi, "size Yunan müziği dinleteceğim" diye bir yere götürdü. Götürmeden önce de mızıkçılık yapmayalım diye de, "buralarda hayat gece yarısı başlar, şafakla sona erer" diye kulağımızı büktü. Ben buzuki çalınan, sirtaki yapılan bir tavernaya gitmeyi beklerken, deniz kıyısında şimdi Migros olan Caddebostan Maksim gibi bir yere gittik. Ben diyeyim bin kişilik, siz deyin iki bin kişilik iki katlı devasa bir yer. Ortada yanar döner bir sahne. Işıklar, fırıldaklar, dumanlar... Káh yukarıdan bir ikinci sahne iniyor, káh var olanın içinden bir diğeri çıkıyor. Dansçılardan, hem de iyi olduklarını düşündüğüm dansçılardan oluşan yirmi kişilik genç bir grup atlıyor, zıplıyor, akrobasi ile dans karışımı bir şov yapıyor.

Masaların arasında gece ilerledikçe ne işe yarayacağını öğreneceğim karanfil dolu tepsiler taşıyan kızlar dolaşıyor.

KARANFİL FIRTINASININ ORTASINDA KALDIK

Derken büyük bir tezahüratla sahneye mini etekli, sıfır beden fıstık gibi genç bir kadın çıktı: Diyelim ki Gülşen. Ve bir anda karanfil sağanağı başladı. Sahne, karanfilden yürünemez hale geldiğinde elinde süpürgelerle temizlikçiler geldi ve iki hamlede sahneyi temizlediler. Bu arada herkes birbirine tepsi tepsi karanfil gönderiyor. Masaya gelen karanfiller masanın üzerini kaplıyor, taşıyor, yerlere saçılıyor.

Biz, ağzımız açık, olup biteni izlerken sahneye başka bir fıstık çıktı. Diyelim, Bayan Bacak.

Saat ikiye doğru sıra gecenin yıldızına geldi.

Fönlü saçlarını özenle geriye taramış, ince sakalı berber elinden çıkma, sivri burunlu ayakkabısında tozun zerresine rastlanmayan, çizgili ceketini üniforma gibi taşıyan, ünlü mü ünlü şarkıcı sahneye adım atar atmaz karanfil sağanağı yerini karanfil fırtınasına bıraktı!

Ne kadar tekrar ettirdiysem de adını bir türlü öğrenemediğim bu ünlü, diyelim Orhan Gencebay duruşlu Tarkan, içinde mutlaka "sagapu" kelimesi geçen şarkılarını birbiri ardına söyledikçe seyirciler coştu, karanfil fırtınası yerini karanfil tipisine bıraktı.

İşte bunu tarif etmem imkansız...

Ertesi gün kulağımın içinde bile karanfil yaprağına rastladım diyeyim de, anlayın.

İyisi mi işin bu faslını sizin hayal gücünüze bırakayım.

BİRKAÇ ADRES

Seven Thalasseas: Nefis bir balık lokantası. Fiyatlar, çatlayıncaya kadar yer ve Vivlia Cora gibi bölgenin en iyi beyaz şaraplarından iki üç şişe içerseniz, adam başı 50 Euro. Yoksa fiyat otuz euroya kadar iniyor.

Orizontes: Şehre tepeden bakan bir noktada kurulu gurme lokantası. Fiyatlar adam başı 100 euro civarı. Meraklısına.

Hotel Grand Bretagne: Hem her yere yakın olması hem de tarihi atmosferinden dolayı en iyi otel.

Ve işte bizim gittiğimiz müzikhol, Notis: Tel: 0030 210 34 76 606. Aman dikkat, karanfil çılgınlığına kapılmayın. Çünkü imansız ve bu konuda amansız Atinalılara yetişmeniz imkansız.
Yazarın Tüm Yazıları