Altın sonbaharda masal şehri Riga, ama çok soğuk

Dokuzda lobide...

Tamam.

Reval Otel’in lobisine indiğimde bize eşlik edecek rehberle Riga’yı mesken tuttuğumuz üç gün boyunca yanımızdan ayrılmayan güzeller güzeli Liene’nin bizi beklediklerini görüyorum. Ne rehberimizin komünist kasketini, ne Liene’nin tek parmaklı örgü eldivenlerini hâlâ çıkarmamış olduğunu görüp her ikisinin burnunun kırmızıya kesmiş olduğunu fark edince de ilk iş dışarıya bakıyorum. Kapalı gri bir hava. Gözüm kapının önünde duran bir yandan sallanıp bir yandan ellerini ovuşturan apoletli kapıcılara ilişiyor. Böylelikle kapalı ve griye, dondurucu da ekleniyor.
Aslında katkatlarımı giydim, kendimce önlemimi aldım ama programda öğleye kadar şehir turu var. Şehrin görülesi yeri de eski şehir olduğuna ve orası da araç trafiğine kapalı bulunduğuna göre hapı yuttuğumuzun resmi.
Donacağız besbelli...
Donduk da...
En önde tutabilene aşkolsun Ali Esat, arkasında komünist kasketli rehber, onun da arkasında Emel, Feyza ve lahana misali ben, bizlerin de arkasında gripten mustarip Mehmet hızlı hızlı yürümeye başlıyoruz. İlk köşeyi döner dönmez rehberimiz “Stop!” diye bağırıyor...
Karşımızda 1850’lerde yapılmış ve Art Nouveau’nun bütün özelliklerini taşıyan kremalı pasta gibi bir bina...
Yuvarlak hatlı tezyinatlar, yuvarlak hatlı kadın heykelleri, yuvarlak hatlı balkonlara açılan yuvarlak hatlı pencereler... Rehberimiz ünlü mimar Mikael Eisenstein tarafından yapılan bu binanın restorasyonu 40 gün önce bitti diye söze başlıyor.
Yürümek neyse de durmak felaket. Biz de apoletli kapıcılar gibi sallanmaya ve ellerimizi ovuşturup üflemeye

yemek-mutfak *
adres-mekan
içki-sigar *
mey-meyhane
lokanta-bar *
çay-kahve
ev-dekorasyon
tasarım
düzenleme
ağırlama-sofra *
çiçek-bahçe
televizyon
haber-dizi
tatil-gezi-şehir *
yoga-reiki
kişisel gelişim
güzellik-makyaj
otel-spa-sağlık *
moda-alışveriş
sinema-tiyatro
edebiyat
insan-portre

başlıyoruz.
Rehber sözünü bitirir bitirmez yürümeye davranıyor ancak 5 metre gidemeden ikinci stopla olduğumuz yere mıhlanıyoruz.
Üç adım sonra üçüncü stop...
Dört adım sonra dördüncü...
Şehir, özellikle de gezindiğimiz bu bölge her biri şaheser Art Nouveau örnekleriyle dolu.
Arada mimar olarak başkalarının adı geçse de çoğu Mikael Eisenstein’ın eseri.
Hepsinin de el hak sanat tarihindeki yerleri önemli... Dee... Hava soğuk, çok soğuk...
Artık hatırlayamayacağım kaçıncı stop, kaçıncı durakta, gene Eisenstein adını duyunca rehbere kendisinin ünlü sinemacı ile bir ilgisi var mı diye soruyor ve sormamla kasketinin altında güller açtığını görüyorum. Ödevini doğru yapıp donmamıza aldırmadan bize Riga’nın bütün yapılarını tek tek göstermeye aht etmiş rehberimizin gözleri ışıldıyor: Bu diyor, baba Mikael. Potemkin diyor, oğul Sergei...
Bu sorunun yüz suyu hürmetine Hürriyet heykelini es geçip bir kahveye girmemize izin veriyor.
Gelsin sıcacık Black Balsamlar.
Soğuk moğuk bir yana ama Riga tıpkı Prag gibi küçük ve oymalı bir şehir.
Prag’dan iyi tarafı yollarında turist kafilelerinin arasına sıkışıp kalmadan sere serpe dolaşılması.
Ancak burası tarihi Prag gibi ortaçağa uzanan bir şehir değil; Riga bir Art Nouveau dönemi şaheseri.
Bütün güzel şehirler gibi ortasından Daugava Nehri geçiyor ve altın sonbahar dedikleri bu mevsimde, şehri kuşatan orman Riga’yı bir masal şehrine çeviriyor.
Gidilmeli mi? Evet... Koşa koşa...
Kalınmalı mı? Bir hafta sonu... Ne az ne fazla...

RİGA’DA NE YAPILIR NE YAPILMAZ

Önce ne yapılmazdan başlayayım... Yılın hiçbir mevsiminde, hatta yaz ortasında bile şehrin sokaklarında zemheri zürafası gibi dolaşılmaz. Çünkü onların altın sonbahar dedikleri şu mevsim bile bizdeki kara kış muadili.
Sonra yapılabileceklere gelelim, hatta yapılması elzemleri yazalım.
BİNALARI İZLE: Bir rehber eşliğinde şehir adım adım dolaşılmalı ve her biri mücevher binalara tek tek bakılmalı.
MUTLAKA İÇ: Black Balsam adı verilen yerel içki mutlaka tadılmalı. Letonya’da yaşayanlar 9 ay süren dondurucu kışa bu içki sayesinde dayanıyorlar. İki türlü tüketiliyor: Ya sıcak su eşliğinde sek olarak ya da kırmızı renkli herhangi bir meyve suyuyla karıştırılıp bol tarçın ve karanfil ekleyerek kaynatıldıktan sonra içine bir dilim portakal atılarak... Soğuk algınlığı ve nezleye iyi geldiğine, insanı canlandırıp zindeleştirdiğine gönülden inanılıyor ki bunun bir şehir efsanesi olmadığı tecrübeyle sabit. Uçağa öksürüp hapşırarak binen ve vücudunun pare pare döküldüğünü söyleyen bir arkadaşımız içtiği üçüncü bardaktan sonra canlandı, gözüne fer, bacağına derman geldi.
SPA CENNETİ: Riga’da hem şehir içinde hem de civar kasabaların hepsinde envai çeşit SPA var. Çoğu Avrupa’nın tanınmış merkezleri tarafından çalıştırılıyor ve Letonlar komşuları diğer kuzey ülke vatandaşları gibi bu SPA işine bayılıyor.
KUMAR OYNANABİLİR: Her taraf casino kaynıyor ve casino’larda bilinen tüm araç gereçler var.
OPERAYA GİDİLEBİLİR: Küçük şahane barok bir opera binaları var ve damarlarındaki opera aşkı sanırım Alman işgalinden yadigâr.
VE DİĞERLERİ: Yer gök amber... Harikası, iyisi, orta hallisi, pahalısı, ucuzu, adım başı karşınıza çıkan dükkânlarda yan yana dizilmiş alıcı bekliyor.
Bol antikacı ve antika var. Buraya oranla kat be kat ucuzlar.
Şık lokantalar ve kafeler olmasına karşın bir Letonya mutfağından söz etmek abesle iştigal.
Kadın nüfusunun, özellikle de 30 yaşına kadar olanların çok güzel olduklarını söylemeye bilmem hacet mi var?
Sanırım bu kadar.
Daha doğrusu gerisi heves kuşunun nereye konacağına bakar.

BALTIK HAVAYOLLARI Düzgün ve mütevazı

İlk şaşkınlığımı her gün İstanbul-Riga seferi olduğunu öğrenince yaşadım. İkincisini ise uçağımızın hem gidişte hem dönüşte hıncahınç dolu olduğunu gördüğümde... Türkiye ile Riga arasında yılın bu mevsiminde bile yoğun bir trafik var. Hisselerinin yarısından fazlasının Letonya’ya, kalanın da diğer Baltık ülkelerine ait olduğu Baltık Havayolları bünyesinde 63 uçak bulunduran ve 1995 yılında kurulmasına karşın agresif bir biçimde büyüyen bir şirket. Avrupa’nın dört bir yanına uçuşları var ve hemen hepsi de tıpkı İstanbul seferleri gibi lebalep. Benim anlayamadığım kadar karmaşık bir sistemle 5 Euro’ya kadar düşen fiyatlarla uçmak da mümkünmüş ama bu büyük ikramiye kazanmak gibi bir şey sanırım.
İstisnasız bütün uçuşlarda ekonomi sınıfı yolcularına servis ücret karşılığı yapılıyor.
Business uçuşlarda ise servis bedava ama yemeklerin insana parmak ısırttığı söylenemez.
Aslında Baltık Havayolları Baltık ülkelerinin bir yansıması gibi: Düzgün ve mütevazı...

Biz Boğaz’a karşı viskimizi tadarken, kamera kayıttaydı

Yurtsan Atakan Topaz’da viski tadımına davet etti.
O, ben, Serdar Turgut ve Mehmet Yaşin öğleden sonra üç sularında bir araya gelecek ve melez viskilerin tadımını yapacağız.
Davet ondan geldiği ve katılanlar da yukarıda saydığım kişiler olduğundan saat viski içmek için erkenmiş, değilmiş aldırmadan “Geliyorum” dedim.
Uça uça da gittim.
Körün istediği bir göz, Allah verdi iki misali...
Öğle servisi bitmiş, akşam hengâmesi başlamamış, Topaz bomboş. Ohh!
Dışarıda da var mı sana yazdan kalma bir hava.
Baktım henüz gelen giden yok manzaraya karşı oturup bir kahve söyledim ve İstanbul Boğazı’nı o noktadan ne çok seyrettiğimi düşündüm. Biraz sağından biraz solundan... Kimler geçmedi ki buralardan... Nu’nun bekâr evi, Berruş, Tuba, say sayabildiğin kadar...
Biraz sonra Serdar, ardından da trafik keşmekeşine takıldığını söyleyen Yurtsan geldi.
Yurtsan’la çalışan Gül bir tripot kurup video kamerayı çıkardı. Hayırdır, yoksa gruptakilerden biri kamerasız viski tatmam mı dedi ne? Malum devir kameralı mı olsun kamerasız mı devri.
Şaşkın şaşkın bakındığımızı gören Yurtsan açıkladı da öğrendik. Meğer bir araya gelme nedenimiz Macrocenter’ın web sitesinde yayınlanması düşünülen programların ilki içinmiş. Bundan böyle markette satılan ürünlerden biri seçilecek ve birkaç kişi bizim yaptığımız gibi bir araya gelerek tadım yapıp sohbet edecekmiş.
Yani bugün viskiyse yarın wasabi...
Baktık Mehmet gecikiyor tadıma başladık.
Hafif içimlilerden yıllanmışlara doğru yudum yudum ilerledik.
Serdar harmanında maltların şahı Lagavulin bulunduğunu ve fiyatının da makul olduğunu öğrendiği White Horse’u bir kez daha keşfetti ve son yudumu içip son kelamı ettikten sonra bir şişe alıp evine gitmek üzere koşar adım gitti.
Ben ise günlük içim için JB’min ve koklayarak tükettiğim 18 yıllık Chivas Black Label’ımın üzerine gül koklamadım.
İşin sohbet faslına gelirsek... O da Macrocenter web sitesinde...
Yazarın Tüm Yazıları