İki haftadır hakiki Bodrumluları yazmayı sürdürüyorum. Nasıl biter ki Bodrum’u Bodrum yapan güzelim insanlar kuytulara çekilmişken? Çolak Erol’la başlayalım: Lakabı Çolak çünkü çolak... Sağ kolunun dirsekten altını kaptırmış kayışa, asker dönüşünde.
Çolak Erol dendiğinde akan sular duruyor İçmeler’de. İçmeler dediğin Bodrum’da tekneciliğin kalbinin attığı yer... Çolak da İçmeler’in en büyük tersanesi Ağanlar Denizcilik’in sahibi. Onun efsanesi elinden çıkan tekneler.
Öyle ki hemen herkes aynı şeyi anlatıyor hakkında: “Onun tek eliyle yaptığını iki eliyle yapan çıkamadı bugüne kadar.” Öyle güzel tekneler yaparmış ki insan koyda salınan, rıhtımda yatan, yüzlercesinin arasında hangisi onun sol eliyle attığı imza çabucacık anlarmış.
Ailesi Giritli. Dedesiyle amcasını Antalya açıklarında deniz aldığında 11 yaşında. Sadece gemi değil sermaye de batıyor o fırtınada… Kalanlar Bodrum’a göçüyor. O ilkokulu bitirir bitirmez kendi deyişiyle ‘sanat’a giriyor. Ustası yardım etsin diye çağırdığında kaybediyor kolunu...“Üzülmediniz mi?” diye soruyorum. “Üzüldüm tabii” diyor… “Ama bana sanatı öğreten için değil bir kol, can feda.” Kim bilir kaç tekne yaptı tek eliyle ama teknesi yok... Hiç olmamış. İnsan bir tane olsun kendisi için yapmaz mı? “Hayatım boyunca borçlu yaşadım ben... Borcu bitirdim, işi oğullarıma devrettim.” Niye bütün deniz hikâyelerinde hep hüzün var?
ÖMRÜNÜ MÜZEYE YATIRDI
Sizi bilmem ama ben hayatımda hiçbir müzeyi kuran kişiyle gezmedim. Bodrum Müzesi hariç… 27 yıl müze müdürlüğü yapan Oğuz Alpözen’le müzenin girişindeki kahvede buluşuyoruz... Buradaki insanların yaşı olmadığından “Kaç yaşındasınız?” diye sorarak başlıyorum. Gölgesinde soluklandığımız ulu ağaçları göstererek “Hepsinden gencim” diyor. Hepsini elleriyle dikmiş çünkü. 2005’te emekli olmuş, kendisinden sonra bir çivi çakılmadığını söylediği Bodrum Sualtı Müzesi’nden. “1962’de bir perşembe günü geldim ilk kez buraya. Perşembe değil de başka bir gün gelseydim, hayatımı başka seyir alırdı” diyor.
Meğer Georges Buss liderliğinde Klidonya sualtı kazısı yapan ekip haftalık pazar alışverişini yapmak üzere her perşembe karaya gelir, sonra da pancar motoruyla dört saat uzaklıktaki batığa dönermiş. Oğuz Bey pazar yerinde kazıda gönüllü çalışan gençlerle tanışıp peşlerine takılmış. Takılış o takılış. Âşık olmuş sualtına, Bodrum’a... Ömrünü müzeye yatırmacasına.
Doğu’da zaman, ‘öldürülmesi gereken’ bir şeydir. Anadolu’da herhangi bir kahveyi hıncahınç dolduran kalabalığa “Ne yapıyorsunuz burada?” diye sorduğunuzda, alacağınız yanıt yalnızca basmakalıp bir deyiş değil, aynı zamanda bir gerçekliktir de. “Vakit öldürüyoruz” derler. Yalnızca emekli oldukları için değildir vakti öldürülmesi gereken bir şey olarak görmeleri.Vaktin kendisi öldürülecek bir şeydir zihnin işleyişinde... Murathan Mungan’ın ‘Hayat Atölyesi’ kitabında karşıma çıkan bu satırları okurken içimden “Cümlenin başındaki Doğu’yu kaldır yerine yurdumun herhangi bir köşesinin adını koy olur” diye geçirdim. Geçen haftaki ‘Hakiki Bodrum’ yazısı bilen, özleyen, duymuş ama görmemiş olduğuna hayıflanan birçok insan tarafından hüzne bulaşmış bir coşkuyla karşılandı. Bu hafta, hakiki Bodrum’u kendi bildiklerince yaşayan iki kadınla devam ediyorum. Zamanı öldürülecek bir şey olarak görmeyen iki kadın, yalpalamadan yaşayan...
MONET’NİN BAHÇESİNDE GİBİ
Öğle sıcağında Geriş’e gitmek üzere yola koyuluyoruz. Bir zamanların bu kuş uçmaz kervan geçmez köyü de talandan nasibini almış. Eskiden Geriş’e dolambaçlı daracık bir yoldan çıkılır, o yol kıvrıla kıvrıla köyün çeşmeli küçük meydanında sona ererdi. Titi’nin evi de meydana açılan sokaklardan birindeydi. Yalıkavak bitiminde zar zor Geriş’e çıkan yolu buluyorum. Yol gene aynı ebatta ve gene aynı kargacık burgacıklıkta. Ama garibimin iki yanına o kadar çok ev yapılmış ki tanıyana aşk ola… Ne zaman ki ömrümde gördüğüm en sakil, kale evin önünden geçiyoruz yanlış yöne gidiyoruz izlenimine kapılıyorum. Böyle bir köyün yamacına dahası böyle bir yolun kenarına sahiplerinin muhtemelen ‘malikâne’ diye adlandırdığı bir ev kondurmak düpedüz görgüsüzlük. Biraz daha ilerleyince bildiğim meydana geliyoruz. Heyy gidi günler heyy.Titi’nin, yakın dostu Birol Kutadgu’nun peşi sıra Geriş’e yerleştiği günlere gidiyor çekirge aklım. Su yok, elektrik desen bir var bir yok. Gidenin gidemediği, dönenin dönemediği zamanlar...
Titi, İtalyan ama benden daha Türk. Bu eylül Türkiye’ye gelişinin 50’nci yılını kutlayacakmış. Geriş’in tepesinde sayıları her gün azalan Musandıra evlerden birinde oturuyor. Musandıra ev demek; Bodrumlu Rumlardan kalma, iki katlı, kalın mı kalın duvarları olan güneş kollanarak açılmış küçük pencereleri sayesinde yazın serin kışın sıcak tutan, tek çivi çakılmaksızın, gram çimento kullanılmaksızın yapılan ev demek. Önündeki küçük bahçe bildiğin Monet’nin bahçesi... Ortasından ufak bir derenin aktığı her yanından bitki, çiçek fışkıran üstelik her köşesine Titi’nin elinin değdiği belli ‘tuhaf’ bir bahçe. Tuhaflık derken, kuru dallar üzerine geçirilmiş yumurta kabukları mı istersin, nilüferlerle dolu derede plastik ördek mi ararsın, bir dala iliştirilivermiş Venedik işi dantel şemsiye mi, ne istersen var. “Titi” diyorum “Hadi anlat...”
Elini sinek kovalar gibi havada salladıktan sonra “Boş versene, bildiğin yaz işte” diyor. “Meşhur uçak hikâyesini anlatsana” diye üsteliyorum. Dayanamıyor güzelim aksanlı Türkçesiyle anlatmaya başlıyor: “Türkiye’ye geleli üç-dört yıl olmuş, Türkçeyi çatır çatır konuşuyorum, babaannem vefat etti. Babama geliyorum diye bir telgraf çektim: Arrivo con Uçak! Milano’ya vardım, evin kapısını babam açtı, arkama baktı ‘Uçak nerede?’ diye sordu. Saf saf, ‘Nerede olacak, havaalanında’ diye cevap verdim. Bu sefer o anlamadı ‘Niye gelmedi’ dedi, ‘Yatağını da hazırlamıştık halbuki!’ Avione yerine uçak yazmışım telgrafa. O da uçağı erkek arkadaşım zannetmiş. Bir de Katolik ya, yatağı evin benim odaya en uzak köşesine yaptırtmış.” “Nasıl geldin, niye kaldın ve hadi kaldın diyelim niye Milano’ya dönmek yerine emekliliğini Geriş’te geçirmeye karar verdin?” diye soruyorum. Yüzüme ters ters bakıyor.
“Emekliliği de nereden çıkardın” diyor. Titi, Sevim Çavdar’la çalıştı bin küsur yıl. Bin küsur yıl Devlet Tiyatroları ve Devlet Operası’nın en heybetli oyunlarının kostümlerini hazırladılar birlikte. Bir Türkle, kulağı çınlasın Cengiz Tacer’le evlendi. Cengiz bir süre sonra yurt dışına gitmek istedi, Titi istemedi, ayrıldılar. Sonrası İstanbul, sonrası deli dolu yıllar, sonrası rahmetli Ahmet Çapa sayesinde Bodrum’la tanışma... 95’ten beri burada. Yerleşmek için Bodrum’un olabilecek en kuytu köşesini seçti. Ancak Türklerin beton iştahını öngöremedi. O minnacık evinde minicik bir atölyesi var. İnanılmaz güzellikte hatlar yapıyor. Ünlü hattatların hatlarını ileride antika olacak kusursuzlukta kumaşlara işliyor. Tezgâhtakini soruyorum, “Besmele” diyor. Görür görmez anlamadım diye de bir güzel azarlıyor..
YARIMADANIN EN İYİSİ: HAVVA
Bu seriyi hazırlarken bir tek onunla ilgili not tutmadım, hikâyesi mıh gibi aklımda çünkü.
Bana göre “Bodrum’a gidiyorum” demek, “Yurtdışına gidiyorum” demek gibi yuvarlak bir laf ve gidenin, gittiği yerin acemisi olduğunun birinci elden kanıtı.
Nasıl ki hiçbir zebranın çizgisi diğerininkine benzemez; Bodrum‘daki hiçbir adres de birbirine benzemez.
Bodrum’un dip dibe dizilmiş beldelerinde hayat farklı akar.
Birini seven diğerinden hazzetmez... Hazzetmezden de öte; burun büker, dudak kıvırır...
Bodrum yerlisinin de Bodrum’a yerleşmişin de tanıştığı herkese adının hemen ardından adresini sormasının nedeni budur.
Egeli değil mi, illa kestirmeden gidecek. Adresini öğrenecek ki, neyin nesisin bilecek.
Çoğunluğu genç dinleyicilerle dolu kampus lokantasında kürsüye davet edilen kızıl saçlı genç adam konuşmasına “Okulumuza başvuran bütün öğrencilerden önce kendilerine bu mesleğin olmazsa olmazı üç özelliğe sahip olup olmadıklarını sormalarını isteriz” diye başlıyor. Bir es verdikten sonra da “Birine bile olumsuz cevap verdikleri takdirde bu sevdadan vazgeçmeleri gerektiğini yoksa hayatları boyunca mutsuz ve başarısız olmalarının kaçınılmaz olduğunu söyleriz” diye devam ediyor.
Söz konusu okul: Yeme içme dünyasının Harvard’ı kabul edilen Chicago’daki Kendall School of Culinary Arts.
Söz konusu konuşmacı: Hayatının son 15 yılını aşkla bağlı olduğu mesleğini gençlere aktarmaya adayan dünyaca ünlü şef Christopher Koetke..
Söz konusu meslek: Son yıllarda gençler arasında yıldızı her geçen gün daha da parlayan ‘şeflik’.
Söz konusu kampüs: Bilgi Üniversitesi Santral kampüsü.
Sorulmasını istediği
sorular aslında basit.
Monte Carlo derken sesine sinen istihzayı fark etmesem “Beğendi” diyeceğim. Ama son sözünü söylemediğini bilecek kadar uzun süredir tanıyorum onu... Rıhtımı dolduran kalabalığı yara yara birkaç adım daha attıktan sonra nihai kararını bildiriyor: “Tam Dubailik olmuş burası” diyor. Nokta.
Bitti… Sevmedi.Ben onun kadar kestirip atmacı değilim. İki yıl önce Mübariz Mansimov tarafından satın alındıktan sonra baştan ayağa yıkılıp Mimar Emre Arolat’a yaptırılan Yalıkavak Palmarina kim ne dersin çirkin bir marina değil. Çirkin olmak bir yana gösterişli, cafcaflı, yağ dök yala misali mis, pırıl pırıl, ışıl ışıl ve devasa.. Boy sırasına göre ponktona dizili duran yatlar da öyle. Görücüye çıkmış gibi salınan teknelerin çoğunluğunu ya lüks ötesi motor yatlar ya da direkleri gökyüzüne saplanan teknoloji harikası yelkenliler oluşturuyor..
“Aralarında tek bir klasik gulet ya da triandil var mı acaba?” diye bakınıyorum, göremiyorum.
“Peki sen nasıl buldun” diye soruyor arkadaşım...
“Bilemedim” diyorum, ortadaki su kanalları, dükkânların cam cepheleri, travertenin serinliği, bu yıl ekildiği için tam serpilmemiş olsalar da bir yıla kalmaz devleşecekleri belli palmiyeler ve egzotik ağaçlarla yapılmış çevre düzenlemesi filan iyi de... “Gene de beni rahatsız eden bir şey var” diye geveliyorum. “Kokusunu sevmemişsindir” diyor arkadaşım, yarım kalan cümlemi tamamlamak istercesine. Anlamadan yüzüne baktığımı görünce “Canım marina dediğin iyot kokar, yosun kokar, hangi denizle kucaklaşmışsa o denizin tadı kokar, oysa burası para kokuyor.” Dubai benzetmesinin nedeni belli oldu...
Bizimki yatları gösteriyor ve “İçlerinde sence teknesiyle bütünleşmiş bir yat sahibi var mıdır ?” diye soruyor. ‘Yat sahibi’ derken ağzının sol köşesine müstehzi bir gülücük iliştirmeyi ihmal etmeden...
“Teknesiyle yatan kalkan, dünya denizlerine yelken açan ya da açacağı günlerin hayaliyle yaşayan bir denizci var mı diye mi soruyorsun? Yani uzun saçlı,kayış derili, soluk şortlu bir dünya vatandaşı?”
Telefondaki sesi titrek. Gene de beni telaşa vermemek için, “İyiyim merak etme” diyor, “göğsüme indi sanırım, ballı süt içtim, birkaç güne kalmaz geçer.”
Birkaç gün geçiyor ama ne halsizlik ne öksürük geçmiyor. “Kalkıp bir hastaneye mi gitsen diyorum, kıramaz beni, gönülsüz kabul ediyor. Ne yapabilirim diye düşünürken aklıma komşusunu aramak geliyor. Tarafsız gözlemci olarak mümkünse yan eve gidebilir mi acaba diyorum kekeleyerek.
Bir saat sonra geri arıyor komşu, “Halsiz” diyor, “ruj bile sürmemiş.” İşte o an panikliyorum. Herkesin hastalığı bir yerden anlaşılır. Bakışının feri kaçan da olur, kahkası sönen de, benzi solan da vardır, avurdu çöken de... Anneminki kırmızı rujundan anlaşılır. Sürmedi mi, bil ki hasta. Bavulu toplarken teyit de geliyor zaten. Zatürree!
Bu yıl ayağım hep geri gitti. Çocuklara ihanet gibi geldi kalkıp ‘sayfiyeye’ gitmek... Onlar canları pahasına, benim de geleceğim için direnirken şezlonga yayılmak önce kendime, sonra da o müthiş gençlere ihanet gibi geldi.
KOLTUKTA ÇARESİZ
Oysa bir iki kez dolaşma dışında mıhlandığım koltukta tırnaklarımı kemirip ihtiyaç listesindeki kalemleri Gezi’ye göndermekten başka bir halta yaradığım da yoktu ya neyse...
Yola çıktığımda, işçiler sokaktan çekilmiş, Ankara ve Gazi dışında ortalık nispeten sakin. Sakin olmayan tek kişinin de kalkıp o saatte yine/yeniden/yineyeniyeniden uzun bir konuşma yapma ihtimali de olmadığına göre gece sakin geçeceğe benzer.
Deprem ertesinde de böyle olmuştu. İstanbul dışında mahsur kalmıştım. Elektrik kesintisinden ötürü ne televizyon izleyebiliyor; kilitlenen telefonlardan ötürü ne oğluma ne de dostlara ulaşabiliyordum...
Nasıl bir çaresizlik duygusuydu Yarabbi; bir ara patlayacağımı sandım! Mecazi anlamda filan değil, haddinden fazla şişirilmiş balon gibi patlayacağımı. Un ufak olacağımı...
Sonra yavaş yavaş haberler gelmeye başladı, bir umut, bir umutsuzluk, bir ileri, bir geri iki gün daha geçti.
Toz bulutu sıyrılıp gerçek usuldan ortaya çıkmaya başladığında patlama duygusu yerini yakan bir acıya bıraktı. Sonra öfkeye, sonra isyana, sonra derin bir karamsarlığa.O günlerde içime su serpen tek şey Türkiye’nin dört bir yanından depremzedelere yardım etmek için akın akın giden insanlardı. Yazı filan hak getire... Yazacak mecalim olmadığı gibi insanlar kan ağlarken, hayatın renginden, tadından söz eden yazılar yazmanın en hafif deyişle ayıp olacağını düşündüğümden.
Dün editörümün “Bu hafta bize ne yazacaksınız?” sorusu düştüğünde posta kutuma, aynı duygu çöktü içime. Ne yazılır ki? Nasıl hayatın renginden, tadından söz edilebilir ki deprem olurken? Adını kim nasıl isterse öyle koysun, deprem diyorum içinden geçtiğimiz bu günlere ben.
Geçen gece bir gözüm sosyal medyada, diğeri televizyonda evde tek başıma otururken gene haddinden fazla şişirilen balon gibi patlayacağımı düşündüm. Patlayıp un ufak olacağımı... Uzakta değil, yarım saatlik mesafede gençlere reva görülen şiddeti görüp felç olmak; elimin kolumun bağlı olması; kaygı, korku, çaresizlik duyguları birleşti; tıkandım ve höyküre höyküre ağlamaya başladım. Ağlayınca rahatlar insanlar denir ya, yalan! Ne gezer? Gene yakıcı bir acı, gene öfke, gene isyan, gene derin bir karamsarlık...
İçime su serpen tek şey gene deprem yerine akın akın giden insanlar... Gezi’yi mesken tutanlar...
Nasıl da hayıflanmıştım oysa dönüyoruz diye..Her yeri kıyı bucak gezip görmek ne kelime, tuğla gibi kılavuzdan ince eleyip sık dokuyarak seçtiğim on küsur mekânı bile doya doya gezememiştim daha..
Kursağımda kalacaktı, hissediyordum. Dönüşü ötelemek için ne yaptıysam olmadı. Şehirde tek boş yatak yoktu.
Ne kuzinin odasında üstüne kıvrılabileceğim bir kanape ne de rutubetli bir pansiyonda bir kambur döşek. Dönüş bileti için çabalamak da cabası. Şehir insan kaynıyor ve benim gibi son dakikacılara “Bunu iki yıl önce düşünecek ve yerini ayırtacaktın” dercesine nanik yapıyordu....
Kös kös döndüm mecburen. Ne bileyim ertesi günden
itibaren eğer dönmeyip de kalsaydım son yıllarda
içimden kuşlar havalandıran tek etkinliği kaçırmış olacağımı? İyi ki şansım yaver gitmemiş. İyi ki basiretim bağlanmış. İyi ki sokakta yatarım diye arada yoklayan deli damarım tutmamış da dönmüşüm.
Kahrolurdum bir anını kaçırsaydım ağaç dibinde yeşerttikleri, suyla gazla besledikleri, çoğalıp çoğalttıkları ve kim ne derse desin -ister klişe, ister çiğnenmiş sakız-cesaretleriyle destan yazdıkları eylemlerin tek bir saniyesini kaçırsaydım eğer. Sağ olun var olun çocuklar.
ANSİKLOPEDİ SARAYI ÜTOPYASI