NEDİR bu kadınların kendilerini birine ya da birilerine adama merakı, anlamış değilim.
“Bir ömür böyle harcanır mı, yazıklar olsun “ diye söylenirken buldum kendimi televizyonun karşısında. Geçmişe dair tatları seven, eski dönemlerin sosyal dokusunu merak eden biri olarak “ Seven kadın “ isimli siyah beyaz filmi görünce kumandayı elimden bıraktım ve izlemeye başladım. Kadın gelecek vaad eden güzel bir ses sanatçısıdır, adam ise ünlü bir fabrikatör. Birbirlerine aşık olurlar. Tam evleneceklerken adamın eski nişanlısı ortaya çıkar. Kadını yalanlarla kandırıp adamdan uzaklaştırır. Bu arada diğer kötü adamlar film boyunca rolleri gereği kötülükler yaparlar. Ama kadın; Sevdiği için türlü cefalar çeker, Sevdiği için müziği bırakıp evinin kadını olmaya karar verir, Sevdiği için aldatılmayı hazmeder, Sevdiği için çok üzülür ve nihayetinde sefalet içinde ölür gider. Ki film devam etseydi muhtemelen; Kadın evlenecek, evlilikle birlikte çalışmayı bırakacak, bırakmasa da kendini çocuklarına, kocasına, evine adayacak, yani fişini tamamen çekecekti. Sonuç pek değişmeyecekti yani.
Fişi çektiği için” beyni değil beyi bilecekti” her şeyi doğal olarak, kabullenecek, hoş görecekti. İncik- boncuk ve bir yumak yünden çok daha fazlasını yapabilecek kapasiteye sahipken, beyin gelişiminin devam ettiğini unutup, donanımını beslemeyi bırakacak, kendi hayatından vazgeçecekti. Eh, tam da seven kadın formatına uygun tam da istediğimiz ve beklediğimiz gibi bir son aslında. Öğretilen tam da böyle bir şey değil mi ? Aşk ya da sevgi denen şeyin erkeklerin hayatının bir kısmı, kadınların ise hayatının tek amacı olmasının sonucudur biraz da adamak. Boşanırsa nasıl ayakta duracağını merak ettiğim kadınlar da vardır , ki o ayrı bir konu. Neredeyse herkesi içine alan koca bir kadınlar kulübünde aynı yanlışlar, dogmalarla büyüyor, büyütülüyor kızlar, çocuklar. Adamak üzerine bir yaşam. Kendinizi adamak zorunda olduğunuz hatta bundan gurur duyduğunuz. Aile, koca, çocuk... Tipik bir efendi- köle ilişkisi aslında. Türkiye’de “ kadının efendisiz bir dönemi yok “ ve olmaması da acınacak bir durum olarak görülüyor. Hele bu kendinden köleliğin, kendinden gönüllü vazgeçişin adını sevgi koyunca durum daha da trajik bir hal alıyor. Kadın kendini verir, erkek onu alarak varlığını zenginlestirir. Genetik değil bu durum, nesillerle yürüyen bir kültür. Kutsal anne, namuslu kardeş, sevgili eş, iyi kızdır Türk kadını...
“Daha ne olsun “ diye aklınca kadını yücelttiğini sananlara hatırlatayım “ insanın öncelikli görevi kendi varlığını, ruhunu, aklını geliştirmek, kendisine sunulan bedeni korumak, iyi bakmak, kullanmak, üretmek, yaratmak, dünyanın en değerli armağanı olan insan ömrünün hakkını vermek “ Neden derseniz, “ insan olmanın gereği, insana yakışan bu “ derim. Bir gün milyonlarca yıl geçse de ve sizden insanlığa kalanlar küçük bir nokta gibi görünse de “ ben de yaşadım kainatta, vardım ve iz bıraktım size ve gelecek olanlara “ diyebilmek için daha gelişmiş yaşamlara. Evet, her insan kendisinden bir iz bırakmak zorunda. Ve inanın, o izin, şu kadınlar kulübünde bize öğretilen ve en kolay silinecek olanı kendi DNA’larımızı taşıyan çocuklar bırakarak ayrılmak şu dünyadan.