Dini muhtemelen bir futbol takımı sanan genç kız, sokak röportajının devamında “Ama milli dine sempati duyuyorum ve maçlarını kaçırmıyorum” dese şaşırmayacaktım. Belki din kültürü derslerine beden eğitimi öğretmeni girmişti, belki ateistti, belki deist, belki de çok ince bir zekayla dini bir taraftar gibi kullananlara ya da sömürenlere ironik bir gönderme yapıyordu, bilmiyorum. Sonuncu ihtimali kastettiğini varsayarak düşünelim şimdi. Ne mutlu bize ki Türkiye’de yaşıyoruz. İstediğimiz dini inancı ya da inançsızlığı seçmekte özgürüz. Ancak; inançta akıl, yerini hurafelere, cehalete ve din tacirlerine bırakıyor giderek. Sokakta, siyasette, ticarette hatta camide, şu ya da bu nedenle, sahip olduğunuz inançtan menfaat temin etmeye hazır birileri var. Yalan yanlış bilgilerle kendi yarattıkları bir dini yaşayanlar ya da başkalarına da yaşatmaya çalışanlar olduğu gibi. Bugün bir ülkede, birileri “Allah” adına paralar toplayıp, holdingler kurup batırabiliyorsa, Din kuralları ve gereklilikleri, akıl, vicdan ve insanlıktan nasibini almamış uygulamalar ve yanlışlarla bir potada eritiliyor ve kitleleri de bu haliyle yönlendiriyor ve yönetiyorsa, Dernekler sözde hayır işleri için inançları paraya çevirip suiistimal edilebiliyorsa, Bir siyasetçinin Cuma namazından çıkarken fotoğrafının çekilmesi, ülkesine yaptığı hizmetlerden, gençlerin eğitim görmesi ve iş bulması için çalışmasından daha karlı bir hale gelebiliyorsa, Din değil din sürçmesidir artık yaşanan. İnanç pazarlanabilen bir şey olmuştur artık o coğrafyada. Ve bunun sorumlusu pazarlayan değil buna müsaade edenlerdir. İnsanları kaynaştıran bir çimento değil insanları ayıran bir duvarın kaynaştırıcı malzemesi de olabilir pek yakında. Eğer bir kişi dini, gereğinden fazla konuşuyorsa o kişinin o işte mutlaka bir çıkarı vardır. Oysa buna müsaade edenler de bilmeli ki her kim bir şeyin ticaretini yapar, onu satarsa, o sattığı şey artık kendisinin değildir, dolayısıyla din tacirliği yapanın da dini yoktur. Sevin ya da nefret edin, cesur devrimleriyle hepinizin hayatında muhteşem izler bırakmış, mavi gözlü bir adam “Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz din işlerini millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyoruz” derken inancın suiistimal edilmesini önlemeyi ve akıl ve iç muhasebeyle insan ruhunun en doğru ve erdemli olana kendi kendine ulaşabileceğinin de işaretini vermişti yıllar önce. Çok şey borçlu olduğumuz o mavi gözlü adam, ilk Türkçe “hutbe”yi hafız Saadettin Kaynak’a seslendirip bu geleneği Anadolu’ya yerleştirirken, Kuran’ı Kerim’i Türkçe’ye çevirttirirken ve şiir olarak çevrilmesi için çaba gösterirken önemli bir şeyi amaçlıyordu. Dinin, dini inançların doğru algılanması, anlaşılması ve yaşatılması. Ha bu arada o mavi gözlü adamı hatırlamayanlarınız ya da hatırlamak istemeyenleriniz çıkacaktır. Hayatındaki mavi gözlü adamları düşünüp, dudaklarını bükerek “Acaba kim” diye düşünenler olacaktır. Hayır Seda Sayan değil... Hayır Sibel Can da değil... Kaldı ki evet haklısınız Seda Sayan’a da Sibel Can’a da hiçbir borcunuz yok... Siz yine de düşünmeye devam edin...