DÜN sabah karanlığında evden çıkıp, kararlaştırdığımız kıyıya hızlı adımlarla gittim. İnsanı sokaktan kopartmayan düz ayak, ada evlerinin çiçekli kapı önlerini bir solukta geride bırakıp, sahile indim.
Bozcaada Kalesi’nin arkasında, Troya’ya bakan o düzlükte, insanlar toplanmıştı bile.
Haluk Hoca’nın (Şahin) başlattığı ve gelenekselleştirdiği İlyada okumalarının dördüncüsü için herkes oturmuş, sessizlik içinde, güneşin doğmasını bekliyordu.
İlk kızıllık Kaz dağlarının ardından Troya ovasını, denizi ve Bozcaada’yı aydınlatmaya başladığında, şair Kemal Özer’, İlyada’yı geçen yıl bıraktığımız yerden okumaya başladı.
O an, geçmişle aramızdaki el değmemiş durgunluğu bozan şey, balıkların ara sıra su üstündeki seyirtmeleriydi. Tankersiz, mazotsuz, kirliliksiz günlerdeki gibi.
Güneş yükseldiğinde okumayı bıraktık. Ada’nın rahatlatıcı havasında bir çardağın altında sohbet başladı.
***
‘ŞAİRİNGünü’nün müdavim ustası Cevat Çapan, Halikarnas Balıkçısı ve Azra Erhat’ın mavi yolcuklarından komik, sıcak anılar aktardı. Çünkü sohbetin konusu, Cevat Şakir’lerin, Azra Erhat’ların, Sabahattin Eyüpoğlu’ların ortaya attığı Mavi Anadolu idi.
‘Troya ve Batı kaynaklarında bize yabancı gibi aktarılan uygarlıklar, bu toprakların uygarlıkları’ dedi Çapan, ‘Yaşadığımız yerleri yaşatmak için oraların ruhunu anlamalıyız. İşte o zaman bu toprakları yaşatabilir ve Aşık Veysel’in dediği gibi şeneltebiliriz.’
Şeneltmek, güzelleştirmek demekmiş, şenlendirmek.
İşte meselenin özü.
Ne donla denize girilir mi tartışmalarına dalındı, ne de ancak astronot kılığında yüzme izni olan kadınlarda, ıslak kalmanın yol açacağı ciddi sağlık sorunlarına saptı konu.
Çünkü Haluk Şahin, çok önemli noktaya değindi sonradan.
***
HALUK Şahin, ‘Mavi Anadolucular, bu topraklara ait tüm medeniyetlerin kimliğimizi biçimlendirdiğini ortaya atmışlardı. Oysa bazılarına göre bu topraklardaki tarihimiz, 1071 ile başlıyor. Bu anlayış, ondan öncekilerden bize ne, anlayışını doğuruyor. Ben size soruyorum, Troya başkasına mı ait? Birileri gelip bir gün isteyebilir mi? Kafalarının ardında bu endişe olduğu için 1071’den öncesi onları ilgilendirmiyor. Oysa üzerinde yaşadığımız topraklarla bilincimiz ve aidiyetimiz arasındaki ilişkiyi ortaya çıkartmalıyız‘ diyordu.
Ne sadece kan, ne de yalnız din. Kültürü etkileyen en önemli faktörlerden biri yaşanılan coğrafya. İnsanların coğrafi koşullara uyum içinde geliştirdikleri yaşam deneylerinin sonucu olan ve yeni anlayışlarla değişerek beslenen geleneklerin köklerini inkar etmek, sıfırlamak mümkün mü?
Mümkün tabii, ama onun da bizi getirdiği yere bakın.
Güzelliklere duyarlılığın sıfırlandığı, dar faydacı anlayışın güçlendiği 1950 sonrası yağmacılığı sonucunda bugün hepimiz kendi topraklarımız üzerinde, ancak cemaatleriyle ayakta durabilen‘gurbetçi’ ruh hali içinde yaşamıyor muyuz?
Geçenlerde İstanbul Kuruçeşme’de, yolu genişletmek için çok eski bir sarnıcın duvarını bir vuruşta devirirken, karşı çıkan mahalleliye, ‘Bir medeniyet yıkılır, üzerine yeni bir medeniyet kurulur’ diyen genç Belediye mühendisinin sözleri geldi aklıma.
Geçmişle aidiyet bağları kurmadan bu kentleri, köyleri, sokakları, evleri, kısaca bu toprağı nasıl şenelteceğiz?