"BİR mermerin üzerine düşen su damlası kadar bile etkili olamayabiliriz şimdilik; ama biz, yaptığımız haberlerde uzlaşmayı, birbirini anlamayı sağlayacak noktaları ön plana çıkartırsak, tarafsızlık adına sadece güçlü olanın, sadece resmi ağızların açıklamalarını yansıtmakla kalmazsak barış gazeteciliği yapmış oluruz."
Washington State University’nin Liberal Arts Koleji dekan yardımcısı Susan D. Ross’u dinledik geçen hafta.
Basın Enstitüsü Derneği’nin, Aydın Doğan Vakfı’nın desteği ile 1-5 yıllık deneyimi olan genç gazeteciler için düzenlediği "Gazetecilik meslek içi eğitim programı"nın altıncısında Barış Gazeteciliği’ni anlattı.
Malatya’daki cinayetlerle sarsıldığımız günlere denk gelen bu konferansta genç bir gazeteci arkadaşım haklı bir itirazı dile getirdi.
"Sizin söylediklerinizi anlıyorum. Ama gerçek farklı. Sizin önerdiğiniz gibi haberler değil, kutuplaşmaları anlatan, çatışmaları yansıtan haberler sattırıyor."
Yanlış mı? Doğru. Böyle bir talep yaratıldı mı var mıydı tartışmalarını bir kenara bırakıp, hepimiz elimizi vicdanımıza koyup söyleyelim.
Küfürün, hakaretin, çatışmanın,savaşın verildiği haberler, savaşkan yorumlar, sert eleştirileri tercih etmiyor musunuz?
Bu toplumda nefret dilinin reytingi yüksek.
Osmanlı geçmişimizdeki o farklı din, dil ve ırkların yan yana kardeşçe yaşadığı efsaneleri ile vicdan arındırıp, kendisi gibi düşünmeyenlerin susturulmaları için her yolu mübah görenlerin iki yüzlüğü sürdükçe de nefret dilinin reytingi düşmeyecek.
Vurup inletmeyen, susturup dinletmeyen hiçbir izah bu açlığı kesmeyecek.
***
AMA olsun, mermere akıtılan su damlaları gibi, bir gün onun taşı üzerinde bir çizik oluşacağını bilerek kendimizi sorgulamaktan vazgeçmemeliyiz.
Mesela, Malatya’daki cinayetleri iktidarın İslamcı siyasetine bağlamaya çalışırken, kendi durduğumuz zeminde de çürük tahtalar bulunabileceğini akıldan çıkartmamalıyız, değil mi?
Malatya vahşetinin kurbanlarından Necati Aydın, İzmir’de yedi yıl önce jandarma ekipleri tarafından, "misyonerlik" yaptığı gerekçesiyle gözaltına alınmış.
Dünkü Hürriyet Gazetesi’nin Gündem sayfalarında çok ilginç bir fotoğraf vardı.
Herhangi bir uyuşturucu operasyonundan sonra ele geçirilen paketler ya da silahlar gibi, aynı şekilde dini kitap ve kasetlerin teşhir edildiğini gösteren bu fotoğraf, Hıristiyanlıktan hoşlanmayan, onu suç sayan zihniyetin devlette de bulunabileceğinin en açık örneği değil mi?
Nerede laiklik?
***
TARİHTEKİ örneklerden yola çıkarak, misyonerlerin Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak için gösterdikleri faaliyetler hatırlanıyor ve misyonerlik, casusluk ile eşdeğer tutuluyorsa eğer o zaman da akla, nerede hukuk devleti sorusu gelmez mi?
Misyonerlik suç değil; ama "aralarında casuslar olabileceği için" her misyoner potansiyel "casus" mudur?
Aynı, siyasal İslamcılığa karşı olan herkes potansiyel "kafir"dir gibi.
Aynı, Türkiye’nin demokratikleşmesini, Avrupa Birliği’nin kalite kriterlerine ulaşmasını isteyen herkesin "Brüksel çetecisi" ya da "vatan haini" sayılması gibi.
Tıpkı Kürt kimliğinden söz edenlerin "bölücü" damgası yemesi ya da "ulusal çıkar"ları hatırlatanların "aşırı milliyetçi" olarak sınıflandırılması gibi. .
***
SUÇLAMALAR, ithamlar, küfürler ve düşmanlıklarla beslenenlerin reytingi yüksek nefret diline karşı, uzlaşma ve barış dilini geliştirmek zorundayız. Hem de hiç vakit kaybetmeden, kendimizden başlayarak.