Bize nasıl bir cumhurbaşkanı lazım

ABDULLAH Gül beni ilk kez Bürgenstock’ta, Kıbrıs görüşmeleri sırasında şaşırtmıştı. Annan Planı üzerinde son rötuşlar yapılıyordu. Biz gazeteciler, Alplerin soğuk tenhalığında, keçi boynuzu tadında haberleri sıkıp manşetler çıkartmaya uğraşırken Türkiye yerel seçimlere gidiyordu. Biraz eğlenmek için kendi aramızda sembolik seçim yapmaya karar verdik.

Bu kararımızı Abdullah Gül’e açtığımızda "Sizin sandıktan bize oy çıkmaz" demişti.

O zaman bu oyunu aramızda ciddiye alan tek kişinin o olduğunu hayretle fark ettim.

Hayatı, kazanmak ya da kaybetmek denklemi arasına sıkıştıran iktidar hırsı insanı nasıl değiştirebiliyormuş, orada gördüm.

Halbuki bu olaydan birkaç yıl önce, 28 Şubat sürecinde, Musevi lobisine Refah Parti’nin radikal İslamcı bir parti olmadığını anlatmak için gittiği ABD’de, bir sabah kahvaltısı yapmıştık. New York’taki kahvaltıda Murat Mercan da vardı.

Gül bana, "Biz sizin düşündüğünüz gibi radikal İslamcılar değiliz. Bizler sizlerin sofralarında yemek yiyemeyenleriz" demişti.

"Estağfurullah!" Yerin dibine girmiştim.

Orada sohbetinden çok keyif aldığım, uzlaşmacı, her fikre açık, azınlık çoğunluk hesapları içinde kesinlikle olmayan alçakgönüllü yumuşak insanın, Bürgenstock’ta partizanlaştığını gördüğümde üzülmüştüm.

YA ŞİMDİ?

ABDULLAH Gül
’ün, dışişleri bakanı olarak uluslararası toplantılardaki duruşunu, Türkiye’yi en iyi biçimde temsil edişini ve Avrupa Konseyi ile başlayan dış ilişki deneyiminde girdiği her platformda çevresine güven verdiğini bu arada ulusal çıkarları da en iyi biçimde savunduğunu en başından beri dikkatle izledim.

Keşke bu cumhurbaşkanlığı meselesi olmasaydı. Daha doğrusu cumhurbaşkanlığı bir dayatma haline getirilmeseydi ve bu dayatmanın ismi de Abdullah Gül olmasaydı.

Maalesef bu süreç, "komşularla sıfır sorun politikası" gibi son derece cesur ve Türkiye’ye yakışır bir adımın atılmasını sağlayan dışişleri bakanımızı kilitledi. Acılaştırdı. Kırılganlaştırdı. Kafasını karıştırdı.

Dün Yeni Şafak Gazetesi’nde, kızının düğünü için iki davetli listesi hazırlattığı haberini buruklukla okudum. Cumhurbaşkanı olursa devlet bakanlarının, olmazsa bakanların davet edileceği bir düğün hazırlığı!

Bu kadar mı makam, mürüvvet merakı olur? Neden sade, genç ve kendi arasında. Bir düğün yapılamıyor? Neden "çocukların" düğünü devlet protokollü olmak zorunda? Kraliyet düğünleri gibi.

SORUYU FARKLI SORARSAK

Abdullah Gül
Cumhurbaşkanı olsun mu olmasın mı? Soru bu değil ki.

Bu dönemde Türkiye’nin nasıl bir cumhurbaşkanına ihtiyacı olduğuna yanıt bulmak zorundayız.

Çevremizin ve dünyanın yeniden biçimlendiği bir dönemde Kafkaslardan Orta Asya Cumhuriyetleri’ne, Rusya’dan Ortadoğu’ya kişisel ilişkileri güçlü, dünyaya açık, pragmatik, Özal-Demirel tipi ve onların önünde bir cumhurbaşkanı mı yoksa Sezer tipi içe dönük, korumacı bir cumhurbaşkanı mı önümüzdeki dönemin ihtiyaçlarına daha iyi çare olur?

Ben birinci şık diyorum. Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin bölgesel ağırlığını kendi şahsi özellikleri ile de güçlendirecek bir cumhurbaşkanına ihtiyacı var. Türkiye’yi, potansiyelini, değerlerini eksiksiz temsil edecek biri olmalı bu isim.

MEŞRUİYET SENDROMU

Abdullah Gül
böyle bir rolü üstlenebilir mi? Evet. Eğer adaylığı, kulislerde yapılacak uzlaşmalardan sonra ilk kez yarın oraya atılıyor olsaydı. Bu kadar tartışmanın ardından bu artık mümkün değil. Amerikalıların o çok bilinen tabiriyle hep bir "topal ördek cumhurbaşkanı" sendromu yaşayacağız.

Geçen dönem Tayyip Erdoğan’ın üzerinden bir türlü atamadığı meşruiyet problemi, bu kez Gül ile cumhurbaşkanlığına taşınmış olacak.

Oysa o çok meşru ve güçlü bir dışişleri bakanıydı.
Yazarın Tüm Yazıları