Tüzmen-Ayaydın meselesi için siyaset dışı bir psikolojik analiz

EN son; Aydın Ayaydın’ın oğlu Gökhan;Sahnenin ortasında Kürşad Tüzmen’e bir kafa attı...

Haberin Devamı

Daha önce Aydın Ayaydın’la Tüzmen yumruk yumruğa girişmişlerdi.

Önceki gün Ayaydın’a aradım.

Dedi ki: 

“Vallahi bizim kavgayla işimiz olmaz. Ama Kürşad Tüzmen’in sürekli böyle bir hali var. Ama bu defa Ayaydın’a tosladı...”

İki siyasetçinin böyle bir görüntünün içinde olmasını kimse doğru bulmaz. Ben de bulmuyorum.

Çok rahat bir şekilde sorarsınız elbette:

“Biz sizi bunun için mi seçtik?”

Ama ben bunun ötesinde biraz da psikolojik bir analizin izini sürmek istedim.

Ayaydın’ın bu sözleri nedense birden aklıma bir sahneyi getirdi.

Tüzmen bir süre önce Kılıçdaroğlu’nun yanındaki koltuğa oturup oldukça sert bir ifadeyle sormuştu:

Siz beni mi kastettiniz?”

Bu an televizyonlara öyle yansımıştı ki;

Bir “görüntü analizcisi” kolayca şu yorumu yapabilirdi:

-Sanki Kılıçdaroğlu “Evet sizi kastettim” dese Tüzmen girişecek gibi duruyordu.

Sonraki sahne şuydu:

-Bütün gazetelerde boy boy çıkan Tüzmen’in karnını içeri çekmiş mayolu görüntüsü...

Bütün bunları toplarsak Tüzmen daha çok “beden vurgusu”yla yaşayan bir kişidir.

Bir anlamda egosu ve bedeni arasında kuvvetli bir ilişki vardır.

Bu nedenle de gövdesiyle konuşur.

TÜZMEN’İN BEDEN EGOSU

“Beden egosu”
bu kadar kuvvetli bir insanın bir de yakalandığı hastalık vardı.

Son karşılaşmamızda bana aynen şöyle demişti:

“Ben öteki dünyaya gittim geldim. Hiçbiriniz aramadınız!”

İşte böyle bir psikoloji var Tüzmen’de.

Ayaydın için yapabileceğim tek analiz ise şu:

“Kavgayı değil uzlaşmayı sever. Ama damarına da basmayacaksınız...”

Bu nedenle önerim şöyle:

“Aydın Ayaydın bu psikolojiyi anlarsa eğer;

Ben sustum gerisini Allah’a havale ettim der...”

Haberin Devamı

İKİNCİ YAZI

Nasıl şikâyetçi olsun kardeşim

HASTANE odasındaki haline baktım.

Bir gözü mor. Diğeri feci şekilde şişmiş.

Daha 21 yaşında ve perişan bir şekilde yatıyor. Bursa’da bir hastane odasında “kıstırılmış bir kader” halinde inliyor;

Kaderinin komasındaki genç kız;

Erkek “arkadaşı!!!” tarafından sokak ortasında tekme tokat dövülmüş.

O cani ruh nasıl hırpalamış kızı. Yerlerde tekmelemiş. Hıncını alamamış baygınken yine tekmelemiş.

Ve en acısı da;

Kimse bu vahşete karşı bir tavır almamış.

Daha birkaç gün önce bu defa İzmir’den gelmişti haber...

Bir başka “mahluk” genç kızın üzerine kızgın yağ dökmüştü.

O da hastanede acılı, korkulu ve mahcup bir ifadeyle yatıyordu.

Fotoğrafı büyütünce gördüm.

Gözlerindeki korku acısından büyüktü.

İşte o korkuyu yazıyorum şimdi.

Korkuları acılarından büyük kızlar için yazıyorum.

Neden mi?

Çünkü kızları o hale getiren iki mahluk da serbest kaldı...

Çünkü kızlar şikayetçi olamadılar.

Çünkü korkuyorlardı.

Çünkü korkuları acılarından büyüktü.

Çünkü şikayetçi olsalar­;

Bir türlü kurtulamayacakları o işkence daha da artacaktı.

Nitekim İzmir’deki D.U. daha önce şikayetçi oldu.

Koruma istedi.

Ama o mahluk bu defa pompalı tüfekle evi bastı.

İşte bu yüzden şikayetçi olamadı.

Yıllardır yazıyorum, söylüyorum, “imdat fişekleri” atıyorum.

Diyorum ki:

“Türkiye, acılarıyla korkuları arasına sıkışmış kızlarımızla, çocuk gelinlerimizle dolu...”

Ve her gün önümüze gelen sıradan polisiye haberler arasından;

Görünmeyen dramlar” halinde körelmiş vicdanlarımıza çarpa çarpa;

Sessizce geçip gidiyorlar.

Görmüyoruz... Duymuyoruz... Bakmıyoruz.

Oysa devlet;

Şikâyetçisi olmasa da bu davalara müdahil olmalı.

Haberin Devamı

ÜÇÜNCÜ  YAZI

Gece yarısı gelen telefon ve esrarengiz ışıklar

GECE geç saatlerdi...

Hürriyet’in bir önceki CEO’su Hakkı Hasan Yılmaz aradı...

Heyecanlı bir sesle;

“Fatih, benim çok güvendiğim bir arkadaş. Samsun’dan arıyor. Acayip ışıklar görmüş. Fotoğraflarını çekmiş. Bir dinler misin?” dedi.

Hakkı Hasan Hoca aramızdan ayrılınca üzülmüştüm.

O da benim gibi, kendisi dahil dünyayla alay edebilenler soyundan olduğu için sevmiştim hocayı...

Belli ki; haber virüsü de değmiş kanına...

“Tamam Hocam, arasın tabii” dedim...

Az sonra telefonum çaldı.

İnanılmaz heyecanlı bir ses:

“Fatih Bey, gözlerimizle gördük. Bir ışık kümesi gökyüzünde müthiş hızla gidiyordu. Helezonlar çizdi sonra. Ve kaybolup gitti...”

O söylemiyordu ama bir uzay gemisi iması açıktı.

Uzaylı efsaneleri öylesine sarmıştır ki bizi. Yıldız savaşlarından, Uzay Yolu’na oradan binlerce uzaylı filmine kadar, Hollywood bir türlü indirememiştir onları yeryüzüne...

Ama ertesi gün anladık ki Samsun’dan arayan dostumuzun gördüğü esrarengiz ışık;

Aslında bir Rus kıtalar arası füzesiydi...

Füzenin adı RS-12M Topol.

45 tonluk füzenin azami menzili 10.000 kilometre ve 550 kiloton gücünde bir nükleer başlık taşıyabilir.

Peki bu ne anlama geliyor?

Burnumuzun dibinde ne kadar büyük bir bela olduğu anlamına geliyor.

Ertesi gün o esrarengiz ışıkların bir uzay gemisi değil de Rus füze denemesi olduğunu öğrenince kendi kendime dedim ki:

-Keşke uzaylılar olsaydı.

Çünkü onlar için ürettiğimiz korkunun bin mislini zaten biz kendi kendimize yapmıyor muyuz?

Nükleer çılgınlıklar, kimyasal manyaklıklar, balistik felaketler, uzun menzilli vahşetler, insanlığın ufuklarını bir dikenli tel gibi kuşatmıyor mu?

Tanzanya’da gözbebeklerine sinekler dolan ve açlıktan bir deri bir kemik kalmış çocukların o acılı görüntüleri;

Milyarlarca dolarlık füze denemeleriyle sivil ölümlere dönüşmüyor mu?

İşte füze denemesinin hemen ardından Rus Dışişleri Bakanı Lavrov’un açıklaması:

-Suriye’ye yapılacak bir dış müdahaleye kesinlikle izin vermeyiz...

 İşte budur nükleer füzenin bugünlerde herkesin gözü önünde denenmesinin sebebi...

Ne yazık.

Bir türlü akıllanmıyoruz.

Sezar’dan İskender’e, Napolyon’dan Hitler’e, Berlin Duvarı’ndan Kudüs’e kadar akan kandan, çıldırmış tarihten, resmi vahşetten bir türlü  ders almıyoruz.

Silaha ve kana doymuyoruz.

O yüzden keşke uzaylılar olsaydı dedim...

Belki insanlık için bir adalet getirirler...

Yazarın Tüm Yazıları