Tuna

BUDAPEŞTE’nin buz mavisi güneşini arkana alıp da gölgeni Tuna nehrine bırakırsan eğer...

Haberin Devamı

Suretin, Almanya’nın kara ormanlarına kadar, koskoca bir tarihin içinden ve saçları, devrilmiş sarayların bahçelerinde örülmüş kadınların arasından akıp gider...

Ben de öyle yaptım.

Tuna’nın Buda’sından Peşte’sine doğru yürürken bıraktım gölgemi...

Kim bilir ne zaman ulaşır Viyana yakınlarına...

Belki de Amsterdam’da bir kanal gezintisine rastlar...

Ya da Rusçuk’tan Belgrad’a ve oradan Vidin’e;

Ve hatta el değmemiş aşk şiirlerinin kenti Salzburg’a yanaşır.

Aruz vezniyle yazılmış hayatlara...

Azgın müteahhitlerin betondan saldırılarına karşın

Kimsenin dokunamadığı metronom ritmindeki şehirlere vurur kendisini.

Budapeşte’ye AB Bakanı Egemen Bağış’la geldik.

Ama ben Tuna’nın kıyısından bu defa AB ilişkilerimizi yazmak istemiyorum. Çünkü Tuna kuşatıyor beni.

Kışkırtıyor Tuna.

Çünkü Tuna yalnızca bir nehir değildir.

Ve Tuna eğer Avrupa’ysa;

Manevi kolu Dicle’ye kadar uzanan ortak bir kültürün adıdır aynı zamanda.

Tuna bizim Avrupa’daki suretimizdir.

AB Dönem Başkanı olarak Güney Kıbrıs’ın iflas ettiği bir günde, Bağış’ın “Avrupa bir tarih ve kültürdür, elbette ayağa kalkar” sözü;

Yıllar önce Rahmetli Özal’la geldiğim Budapeşte günlerini hatırlattı bana.

Yavuz Gökmen’le Prag sokaklarında şiirler okuduğumuz yıllar.

Türkiye bir Özal mucizesi yaşamıştı.

Ve Turgut Bey, o zaman yeni özgürlüklerine kavuşmuş ülkelere, şehir meclislerine özelleştirmeyi anlatıyordu.

Her dış gezimizde Ermeni ve Rum protestocularının yumurta saldırılarından kurtulmak için otelden çıkamadığımız yıllardı.

Korumaların şemsiyeyle gezdiği, sürekli olarak polis kordonunda yaşadığımız geziler...

IMF heyetlerine “Kaç para vereceksiniz” diye sorduğumuz dönemlerden sonra;

Özal hamlesiyle ayağa kalkmaya çalıştığımız tarihler...

Tuna kıyısında, ezik gölgelerimize bakarken Evlad-ı Fatihan hatırasından utandığımız ağır günler...

Dün işte Budapeşte’yi elimizi kolumuzu sallayarak gezerken;

‘Gül Baba’ türbesinde dua ederken;

Tarih atlaslarından kurtulup aniden çıktı karşıma Tuna...

Ne çok şey yapmışız ve ne çok şeyi unutuyoruz...”

İşte bugün artık ezik değiliz...

Borç dilenmiyoruz...

Tuna’ya bıraktığımız gölgelerimizin birer suret olarak yüzü kızarmıyor.

Evet, kendimizle barışmak dışında, ötekini anlamak dışında;

Ellerimizi tokalaşmak için değil, birbirimize karşı bir pençe haline getirmek dışında;

Ne çok şey yapmışız.

Dün Tuna kıyılarından bir tarih fısıldadı bunları bana.

Dedi ki:

Sakın yanılmayın Tuna bir Fetih nehri değildir. Tuna bambaşka kültürlerin bir arada yaşamasının keşfidir.”

‘Fetih’le, ‘Keşif’i
karıştırmayın.

Bırakın ruhunuzu Tuna’ya.

Göreceksiniz ki...

Itri’den Mozart’a Mevlana’dan Schopenhauer’e;

Hallaç’tan Kant’a kadar;

Varlık ve hiçlik arasında, kalplerin kalplere karıştığı bir insanlık atlası var Avrupa’da.

Ve adı Tuna’dır.

Dün Tuna’nın Budapeşte’sinde bir kez daha gördüm ki;

Bütün dinlerin ve ırkların ötesinde Türkiye’siz bir Avrupa;

Kollarına kavuşamamış bir Tuna demektir...

Vesselam... 

Yazarın Tüm Yazıları