Senaryolar, gazete manşetleri olmasa hiç bilmeyeceğiz.
Çünkü kimse başkasının gerçek dramına tanık olmak istemez.
Yardıma muhtaç olandan korkulur.
Gizliden gizliye bir “yük” gibi algılanır.
Oysa kim bilir yanı başımızda ne dramlar yaşanıyor.
Mesela yolda yürürken hemen yanımızdan hangi acılar geçiyor.
Uzak yolculuklara başladığımız bir uçakta...
Kim bilir yanımızdaki koltuğa nasıl bir hüzün oturuyor.
Bugün size işte böyle bir acının öyküsünü anlatacağım.
Elif’in öyküsü.
Bir süre önce Hürriyet’in Avrupa yayınlarının merkezine kısa bir haber düşüyor.
Muhabirimiz Adnan Akyüz yazmış.
Haberin konusu Elif...
Elif Yaman 3 aylıkken annesi-babası ayrılıyor. Anne Ayşe çocuğuna bakmaya çalışıyor. Ama başaramıyor.
Alman yasalarına göre Elif, gençlik dairesi tarafından orada bir Alman ailenin yanına veriliyor.
Burada da ayrı bir dram var.
Gençlik dairesi önce Türk ailelere başvuruyor. Ama kimse çıkmıyor. Ondan sonra bir Alman aile Elif’i kabul ediyor. (Bunu da düşünmemiz gerekmez mi?)
Anne çaresiz Sakarya’ya dönüyor. Oturma izni iptal olunca da Almanya’ya dönemiyor.
İş yok, geçim zor. Acılı yıllar. Bir garsonluk işi bulabiliyor.
Aradan yıllar geçiyor. Elif 18 yaşına geliyor..
Ve başlıyor annesini aramaya.
İşte o zaman Hürriyet devreye giriyor.
Elif’in anne özlemi önce iç sayfalara küçük bir haber oluyor. Ama sonra Avrupa gazetemizi yapan Rıza Dursun ve Kadir Altın’la konuşurken aynı anda “Elif’in dramı” diyoruz.
Ve ertesi gün aynı haberi manşetten veriyoruz.
Elif haberi okuyunca gözyaşlarını tutamıyor:
“Acaba annem hayatta mı?”
Ve ertesi sabah telefonum çalıyor. Arayan Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın Basın Müşaviri Bilal Çetin...
Elif’in meselesine bir çare bulunması için Bozdağ’ın talimat verdiğini söylüyor.
Sonra Bekir Bey’le aramızda duygu yüklü bir konuşma geçiyor.
O konuşmayı son dönemde sıkça kullandığım bir kavramla açıklayabilirim:
“Kalp mesafesi.”
Kendisiyle hiç yan yana gelmedik, belki el bile sıkışmadık ama kalp mesafesinde olmak insanı anlamaya yetiyor.
Çünkü Bozdağ devlet olmayı, makam koltuğu ve makam arabası olarak görmek yerine, en büyük makamın bir insanın kalbi olduğunu yaşıyor.
Onun talimatı üzerine anne Sakarya’da bulunuyor.
Ayşe Yaman çok zor durumda. Para yok, iş sıkıntılı.
Devlet tutuyor elinden. Kızına bir pasaport çıkarılıyor.
Ve önceki gün Elif annesine kavuşuyor.
Elif’in Türkiye’ye gelişini Elif’e sarılarak izleyen Hürriyet muhabiri Sevilcan’ın şu sözü yetiyor; Sevilcan daha “Annen...” der demez, Elif gözyaşlarıyla, muhabirimize sarılıyor.
Dedim ya, çevremiz dramlarla, hüzünlerle kuşatılmış.
Elif ve annesi yalnızca bir tanesi.
Sinemalar, gazeteler olmasa bizim göremeyeceğimiz acılar bunlar.
Ve biz gazeteciler olarak böyle bir dramın mutlulukla sonuçlanmasında ufak bir rol alabildiysek eğer, “kalp hafızamızın” en güzel yerine yazarız Elif ve annesi Ayşe’yi.
Tabii hayatın kendisinden gelen bu filmin bazı sahneleri henüz boşta.
Sorular var:
Mesela anne o kadar yıl neden aramamış kızını diye sorabilirsiniz?
O zaman sizi siyah-beyaz bir sahneye davet ediyorum.
Bir bahar günü Bebek sırtlarındayız...
“Ümran” (Türkan Şoray) bir köşe başından ürkek bir ifadeyle, bir yalının bahçesine bakmaktadır...
Ümran’ın üstü başı dökük, fakir bir haldedir.
Bahçede ise bir kız çocuğu oynamaktadır. Bir ara top yalının duvarına doğru kaçar. İhtişamlı demir parmaklıklar arasından Ayşecik, hiç tanımadığı annesi Ümran’la göz göze gelir...