Mercedes binasının altındaki o bar

“DOSTLUKLAR deniz kenarındaki taşlara benzer.

Önce birer birer toplarsın. Sonra yavaş yavaş denize atmaya başlarsın.

Ancak bazıları vardır ki atmaya kıyamazsın...”

Eğer bu yazıyı okuyorsan;

Şimdi sor bakalım kendine;

“Denize atmaya kıyamadığın kaç taş kaldı elinde?”

Berlin’deki Deutsche Telekom binasının o tarihi dekorunda rastladım bu soruya.

Evet yine çarptı beni o Berlin. Zamanın başka bir yüzyıldan çekip çıkarttığı o kent yine yakaladı ruhumu. Mesela Mercedes binasının altındaki o bar. Denize atmaya kıyamadığım bir dostum götürdü oraya...

Ve bakın sonra neler oldu.

Büyük bir sahne, tıklım tıklım bir bar.

Sahnede orta yaşın üzerinde bir grup. Ama solist genç... Elvis söylüyor.

Öylesine benziyor ki sesi. Gözlerinizi kapatın kulağınızda canlı bir Elvis...

Elvis’in unutulmaz parçaları peş peşe geliyor.

Gece yarısına doğru coşuyoruz. Solist İngilizce söylüyor ama parça aralarında esprileri Almanca yapıyor. Millet gülmekten kırılıyor. O gürültüde arkadaşım da bana ne olduğunu çeviremiyor. Bir ara sahneye doğru seslendim.

“Şarkıları İngilizce söylüyorsunuz ama Almanca anlatıyorsunuz. Lütfen İngilizce!”

Genç solist bir an durdu. Bana baktı. Ve gülmeye başladı.

- Haklısınız çok mu Alman kaldık. Peki siz nereden geliyorsunuz?

O kadar dostça sordu ki;

“İstanbul!”
diye bağırdım...

Ve o an gitarını havaya kaldırıp mikrofondan seslendi.

“İstanbuuuuuullll...”

Sonra çalmaya başladı... Şaşırıp kaldım.

Ne çalıyordu biliyor musunuz?

“Oynama şıkıdım şıkıdım.”

Tarkan... Berlin’de...

Mercedes binasının altında...

Gece yarısı. Almanların Elvis’le kendinden geçtiği bir anda;

İstanbul’dan Tarkan’a doğru coşmak.

Nedir peki bu? Elbette uluslararası bir marka olmaktır. Evet İstanbul bir markadır. Tarkan bir markadır. Ve bu hiç kolay olmuyor.

Kolay çıkmıyor bir Fazıl Say...

Nobel kolay gelmiyor Orhan Pamuk’a.

Bir daha gelmiyor Yaşar Kemal.

Sezen Aksu olunmuyor. Yasemin Dalkılıç nasıl dalıyor.

Nuri Bilge Ceylan’ın “benim yalnız ve güzel ülkem” sözünün o sıcaklığı kolay yayılmıyor ruhumuza.

Evet, Tarkan markasının hiç beklenmedik bir Berlin gecesinde gözlerimde parlaması sıradan bir şey değildir.

İşte o nedenle bardan çıkarken sordum:

- Peki biz ne kadar farkındayız?

- Bu ülkenin bireysel markalarını, yıldızlarını ne kadar kabul ediyoruz.

- Onların ışıltılarını ne kadar paylaşıyoruz.

Denize atmaya kıyamadığımız o taşların ne kadar farkındayız.

Ölümün o sessiz ve köpüksüz dalgası, atmaya kıyamadığımız o taşları alıp götürünce tutulup kalıyoruz.

Ve ne yazık ki;

- Sevgiyi ve sevmeyi hırpalıyoruz.

- Saygıyı delik deşik ediyoruz.

- Sürekli bir bilek güreşi halindeyiz.

- Yenme ve yenilme üzerine kurulu başarı öykülerini anlatıyoruz ama sevginin ve kucaklaşmanın başarısını göremiyoruz.

Ve içimizdeki o gizli mezarlıklarda;

Birbirimizin ölümünü kolluyoruz.

Ve işte bu “matem kılıklı” hafızamız yüzden;

Parlayan yıldızlarımızı yeterince göremiyoruz.

İyi ki varsın Tarkan!

İyi ki varız;

Yani biz; denizin kenarındakiler.

Öfkeyi ve nefreti çatlatırcasına;

Aşka ve saygıya ait olanlar.
Yazarın Tüm Yazıları