SANKİ bir sinema yönetmeninin, kafasındaki filmi yansıttığı bir hayali dekor gibi...
Otel Baron’un lobisine girerken belirdi o sahne. 1918’in Halep’i... İngiliz işgalinin ve bedevi ayaklanmalarının arasında kıvranan bir Halep... Duvarlarındaki işgal tarihiyle yaralanmış Halep... Beşar Esad’la sohbet ettiğimiz sarayın bahçesinden geçip, geniş caddenin iki tarafında birer tablo gibi uzanan evlere bakarken büyüdü o sepya görüntüler. Ve işte o hazin sahne: İstanbul’dan bir telgraf gelir. Moraller bozuktur. Maceradan başka bir yol kalmamıştır. Otelin lobisindeki koltuktan kalkar. Siyah bir otomobile biner. Ana karargâha gitmek için meydana yönelir... Ve köşeyi döner dönmez otomobil ayaklanmış bedevilerin arasına düşer. Ellerde sopalar, taşlar otomobilin etrafını sararlar. Ve anı şöyle anlatır: “Otomobilin etrafı sarılmıştı. Camlara yükleniyorlardı. Esir olmuştuk. Ve yanımda bir tek nefer bile yoktu... Bir an şoföre dur dedim. Tahsin Bey’in hediye ettiği kırbacı alıp (Reisiniz nerede) diye sordum. (Hepimiz reisiz) dediler. Sonra kırbacı havada salladım. Vurmaya başladım. Bir an geri çekildiler. Basıp çıktık oradan...” Çöken bir imparatorluğun Arap sokaklarında... İşgalin, ihanetin, nefretin ve korkunun dekorunda yaşanır bu sahne. Bir 10 Kasım günü onun o maceracı ve kahraman ruhu için... Şükürlerden, fatihalardan ve o muazzam vizyonundan bir ses, bir anı olsun istedim. Bir an elinde bir tahta bavul Trablus’ta... Bir an Suriye cephesinde, bir başkasında Çanakkale’de İstanbul’u kurtaran kumandan olarak... Mustafa Kemal... Halep’teki kırbaçlı adam. Ve bir halkı emperyalizme karşı, kırbaç haline getiren insan... Bugün senin için bir şiir okuyacağım... Nur içinde yat...