Ulus devletten çıkışı, bölgesel bayrak tanımlaması ve özerk demokratik bölge uygulamasını istemesi her şeyi gösteriyor.
Bu bir siyasi öneri.
Kapatma gerekçesi olabilir mi?
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın nasıl değerlendireceğine bağlı.
Ben hukukun öteki yakasından, yani siyasetten bakıyorum.
Ve öyle bakınca satır aralarına gizlenmiş bu cümleyi gün ışığına çıkartıyorum:
- Türkiye’nin demografik yapısının belirlenmesi.DTP’nin söylediğinin özet cümlesi bu. Yani örneğin nüfus sayımında etnik kökenin de sorulması.
İşte vahim olan budur.
Türkiye’deki Türk-Kürt oranının sorgulanmaya çalışılmasıdır bu...
Dikkat edin, PKK’nın silahsızlandırılma süreciyle DTP’nin tutum belgesini yayınlaması aynı zaman dilimine rastlamıştır.
Türkiye bu konuda
"silahların ötesi"nde bir siyaset çizgisi ve kararlılığı oluşturmalıdır.
Türkiye’nin uydulardan alınacak istihbarata değil, vatandaşının gönlünde ne olduğunun istihbaratına ihtiyacı vardır.
Siyasallaşma sürecinin fotoğrafı
GÜNLERDİR hem yazıyorum, hem TV’lerde söylüyorum.
ABD’nin
"istihbarat paylaşımı" adı altında söylediği şeyin özeti şudur:
- Tamam ben PKK’yı silahsızlandıracağım, ama sen de hem Kuzey Irak’taki Kürt devleti oluşumunu kabul et, hem de PKK’nın siyasallaşmasına izin ver.
Demokratik bir PKK yani!!!
Sakın ABD’ye kızmayın. O kendi menfaat rotasına göre dümen tutuyor. Ve işte dün Akşam Gazetesi’nde yayınlanan DTP
"Milletvekili" Fatma Kurtulan’ın elinde silah PKK kampındaki fotoğrafı bu rotadaki her şeyi açıkladı.
Kurtulan "siyasallaşma süreci" nedeniyle dağdan şehre gönderilmiş. İşte o süreç içinde aday gösterildi ve TBMM’ye girdi.
Bu gelişme DTP’de
Ahmet Türk’ün tasfiyesi ve keskinleşmeyle eşitleniyor.
Dağ, şehre tam anlamıyla hákim olmuştur. Dağ, şehre inme operasyonunun siyasallaşma aşamasını başlatmıştır.
İşte ABD’nin sözünü ettiği şey de budur.
PKK’nın silahtan arındırılması ve siyasallaşması.
Peki bu durumda Türkiye ne yapacak?
Asıl soru bu?
Fatma Kurtulan yalnızca bir örnektir.
Turgut Özal vizyonunu hatırlatıyor
DÜNYADA iki ülke var ki, iki insanı yalnızca onlar bir araya getirebilir. Yalnız o iki ülke, o iki
"tarihsel düşmanı" aynı çatı altına alabilir. O iki ezeli düşman İsrail Cumhurbaşkanı ile Filistin Devlet Başkanı’dır. O iki ülke ise ABD ve Türkiye’dir.
Evet yarın, İsrail Cumhurbaşkanı
Şimon Peres ile Filistin Devlet Başkanı
Mahmud Abbas, TBMM’de bir oturuma katılacaklar. Aynı sıralarda oturacaklar ve birbirlerini dinleyecekler.
Bu çok önemli bir açılımdır. Türkiye’nin bu bölgede bir
"uzlaştırıcı merkez" olma potansiyelini göstermektedir.Laik bir devlet modelinde Müslümanların, demokrasi içinde yaşayabileceğinin örneği olan Türkiye ne yazık ki bu
"uzlaştırıcı zemini" fazla kullanamıyor.
Sınır ötesi harekát tartışmaları içinde sıkışıp kalıyor. Oysa Türkiye’nin Beyaz Saray’daki konusu,
"Bize istihbarat verir misiniz" olmamalıydı.
Bunun yerine,
"Filistin sorununun, İran meselesinin çözüm merkezi benim. Barzani’yi de, Kuzey Irak’ı da benim zeminimde konuşmalıyız" diyen bir Türkiye olmalıydı.
Ben, Kandil Dağı’na sıkışıp
"istihbarat paylaşımı"nın içine düşen bir Türkiye değil...
Bir zamanlar
"Adriyatik’ten Çin Seddi"ne diyen, Karadeniz Ekonomik İşbirliği’ni kuran,
"Irak’ın kuzeyindeki Kürtler de benim tarih akrabam, Kerkük’teki Türkler de. Orada kimin canı acısa benim de acır" diyen bir Türkiye’yi özlüyorum.
Salı günü TBMM’de gerçekleşecek buluşma,
Özal’la yeniden bulup sonra kaybettiğimiz o vizyonu hatırlatıyor.
Peres’in Türkiye’ye gelmesi,
Abbas’la TBMM’de konuşmayı kabul etmesi önemli bir jesttir. Türkiye, İsrail’in bu jestini mutlak iyi değerlendirmelidir.
Operasyon başka bahara!
GENELKURMAY Başkanı Orgeneral
Yaşar Büyükanıt, gazetecilere,
"Biz hazırız, direktif bekliyoruz" dedi. Hatta hükümet ile Genelkurmay arasındaki yazışmaların tarihlerini de verdi.
Neden?
Neden bir Genelkurmay Başkanı, basın toplantısı düzenleyip bu detayları açıklama gereği duyar?
Neden böyle hassas bilgileri verir ve Başbakan’a söyleyeceği,
"Sizden direktif bekliyoruz, hazırız. Hadi artık" anlamına gelecek sözü, neden gazeteciler aracılığıyla kamuoyuna duyurur?
Ben işte bu cevapların peşindeyim. Birlikte iz sürelim:
- Hatırlayacaksınız, Org.
Büyükanıt ilk kez 12 Nisan’da
"Kuzey Irak’a harekát yapmalıyız" demişti. Bir ay sonra Harp Akademileri’ndeki bir toplantıda tekrar etti:
"Direktif bekliyoruz. Hedefin belirlenmesini bekliyoruz. Çünkü orada karşımıza peşmerge ya da bir ABD askeri çıkarsa ne yapacağımızın belirlenmesi gerek." ARADAN 7 AY GEÇTİ
Ve aradan 7 ay geçti. O zaman bahardı. Harekát için uygun bir mevsimdi. O sarp dağlarda, keskin ovalarda gerilla eğitimi almış teröristlere karşı mağara mağara arayarak harekát yapmak kolay değildi. Org.
Büyakanıt oraya iki kez yapılan harekátı yönetmişti. O arazideki mevsim şartlarını biliyordu. Bu yüzden 12 Nisan’da
"yapalım" dedi. Bu sözün üzerinden 7 ay geçti. Şimdi dağlar zirvelerinden eteklerine doğru beyazlanmaya, geceleri sert rüzgárlar zirvelerden ovalara doğru inmeye başladı. Kış geldi yani.
Oraların kışı, küresel ısınma dinlemiyor. Şehrin elektrik şebekesi de yok.
Kar var, sis var, çetin rüzgárlar var. Ve işte böyle bir coğrafyada 2 bin metre yükseklerde
başkasından aldığınız istihbaratla mağara mağara terörist arayacaksınız.
Peki böyle bir ortamda kapsamlı bir kara harekátı yapılabilir mi? Elbette yaparsınız. Ama ne kadar etkili olursunuz? Ne kadar zorlanırsınız?
Benzetmek gibi olmasın ama
Enver Paşa, Allahuekber Dağları’nda kışla inatlaşınca on binlerce asker düşmana tek kurşun atamadan donarak ölmüştü. Böyle olur demiyorum, ama eğer yapılacaksa asıl kara harekátı, kış şartlarına göre olacaktır.
Bunun bahara göre riski vardır. Sanıyorum Paşa birçok şeyle birlikte bunu da hatırlatmak istiyor.
Şeref madalyası mecburen verildi
SORU şuydu: "
Anıtkabir’i ziyaret etmeyen Suudi Arabistan Kralı Abdullah Bin Abdülaziz El Suud’a neden Devlet Şeref Madalyası verildi? Gerekçesi neydi? Ne yapmıştı?"
Bu soru kısa sürede büyüdü, Çankaya Köşkü’nden kulislere düştü.
Olay şu:
Suudi Kralı’nın Saray Nazırı, bir süre önce Ankara’ya bir haber gönderdi:
"Kral Hazretleri Sayın Gül’ü tebrik ziyareti yapmak istiyor.""Buyursun gelsin" cevabı verildi. Ardından nazır, Riyad Büyükelçimizi aradı:
"Kral Hazretleri, Sayın Gül’e bir nişan hediye etmek istemektedir."
Bilgi, Ankara’ya gider ve
"Tabii şeref duyarız" cevabı verilir. Aradan biraz daha zaman geçer. Nazır bir daha arar:
"Kral Hazretleri nişan verecekler. Siz bu konuda mukabil bir şey yapmayı düşünmez misiniz?"
Ankara düşünmeye başlar. Nedir bunun karşılığı...
Devlet Şeref Madalyası.
Verilir. Ve böylece Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez birisine
"mecburi olarak şeref madalyası" verilmiş olur.