Paylaş
Sanıyorum dünyanın en genç Dışişleri Bakanı...
27 yaşında.
Ama ondan önce öyle bir şeyle karşılaştık ki...
Bırakın yazmayı, düşünürken bile gözlerim doluyor.
Avrupa temsilcimiz Celal Özcan’a dedim ki:
“Madem Viyana’ya gidiyoruz. Bir gece de boşluk var. Gitmişken Viyana Filarmoni Orkestrası’nı dinlesek ne olur?”
Sağ olsun Neslihan ayarladı...
O gece... Muhteşem bir atmosfer.
Viyana’nın Altın Salonu...
1800’lerden bir dekor...
Salon yavaş yavaş doluyor.
Kristal avizeler ışığı öylesine yüceltiyor ki...
Ve o ışık altındaki insanlara bakıyorum...
En güzel hallerini giymişler.
Mesela hemen yanımda şampanyasını yudumlayan o ak saçlı kadın...
Boynundaki o inci kolye...
Yaşadığı her anı bir seçkinlik haline getiriyor.
Nasıl bir seçilmişlik.
İnanılmaz bir saygı...
Ve saygının o doygun sessizliği...
Sonra ışıklar yavaşça kararıyor.
Loş bir merak var artık.
Konser başlıyor.
Önce Wagner...
Büyük bir yükselişle başlıyor ve elbette bitmiyor.
(Wagner hiçbir zaman bitmez çünkü.)
Sonra...
Genç bir çocuk çıkıyor sahneye.
Şef Markus Stenz o kadar güzel eğiliyor ki Wagner’in önünde.
O genç çocuğu göremiyoruz alkışlardan.
Adı Sergey Khachatryan...
Daha 29 yaşında.
Ve kemanına dokunduğu andan itibaren bir mucize.
O kadar çok ödül almış ki.
Ödülleri saysam ona saygısızlık olur.
Başlıyor çalmaya.
Ne çalıyor?
Bir Haçaturyan bestesi.
Altın Salon alkışlardan çınlıyor.
Alkış... Alkış... Alkış...
Tekrar geliyor sahneye Sergey...
Derin bir nefes alıyor. Tam bir sessizlik.
“Bu da bir anonim” der gibi çalmaya başlıyor.
Doğaçlama... O an ne geldiyse çalıyor.
Daha yay kemandan geçerken tüylerim diken diken oluyor.
Aman Allah’ım nasıl bir sızı bu.
Sanki benim içimden çıkıyor.
Celal’le göz göze geliyoruz. Neslihan donup kalmış...
Ne çalıyor? Ne çalıyor? Bu nedir?
Üçümüz de aynı anda...
“Sarı Gelin” diyoruz.
Evet...
Viyana’da filarmoni önünde... Altın salonda... Bir “Sarı Gelin” doğaçlaması dinliyoruz.
Konser bitiyor.
Alkışlar dorukta.
Ne yapıp edip Sergey’i görmek istiyoruz. Kulisteki kuyruk barikatını aşıp ulaşıyoruz ona.
“Sergey” diyorum, “sen bize ne çaldın”?
“Kayısı Ağacı” diyor.
“Hayır” diyorum, “bunun adı Sarı Gelin”...
Gülüyoruz...
O kadar güzel gülüyoruz ki...
Hrant için... Çanakkale için... Bir garip tarihimiz için... Acılarımız ve korkularımız için...
O kadar sarılarak gülüyoruz ki...
Kahkahalar arasında, “Ben İstanbul’dan geliyorum. Bu çaldığın bizim havalar diyorum...”
Bu defa ablası gülmeye başlıyor...
Gülüyoruz... Kahkahalar atıyoruz...
Viyana’da bir ‘Sarı Gelin’ acısıyla.
Ve en çok da...
Memleketimde gülmeyi unutanlar için, Haçaturyan adına yazıyorum....
Ve elbette...
Rengim Gökmen’in çığlığını duyduğum için yazıyorum:
Dokunmayın senfonik tarihimize...
Dokunmayın şehirlerimizdeki senfonik hayata...
Dokunmayın sesimize...
Paylaş