Paylaş
Direniş kültürüdür bu değerin adı.
Ve bizi yerçekiminden de aşağı topluca sürükleyen paraşütsüz bir düşüşle sürüyor bu kaybediş.
Oysa direniş ve karşı çıkış bir kültürdür ve insanlık tarihinin bütün temel dönüşümlerinde onun motor gücü vardır.
İsyandan söz etmiyorum. Karşı duruştan, ötekinin fikrinden, aykırı sesten, farklı renkten, ters bakıştan, bakış açısından, keskin ve iğneli sorulardan söz ediyorum.
İnsanın geleceğinde arkeolojik kazılar yapabilecek zekalardan söz ediyorum.
Ama ne yazık ki giderek “körleşen bir ayna” karşısında hiç fark etmeden kaybediyoruz bunları.
Her şeyi yetiştirme, önce verme, “ilk bilen siz olun” yarışıyla her türlü dezenformasyona açık hale gelen medya bu kaybedişi inanılmaz bir şekilde hızlandırıyor.
Medyatik linç, mahkeme kararlarını teslim alacak hale geliyor.
Sabaha karşı evinden alınan bir ünlü, o dakikadan itibaren, “medyatik lincin” uçurumuna itiliyor.
Polis sızdırmaları, sahte bilgiler, “dijital bir mahkeme”de, okuru “acımasız bir savcı” haline getiriyor.
Aziz Yıldırım’ın poliste çekilen fotoğrafının sızdırılması işte böyle bir “acımasızlık”tır.
Böyle bir linçtir...
KCK davası nedeniyle, seçilmiş belediye başkanlarının, ortaçağdaki köle nakillerini hatırlatan o kelepçeli zincirli götürülüşleri de böyle bir “aşağılama”dır.
Tek sesli yayınlar, karbon kağıdından çıkmış sızdırmalar, sözünü ettiğim o “direniş kültürü”nü, silip atmaktadır.
Peki nedir bu “direniş kültürü”?
İsyan değildir.
Ama insanlık tarihine bakın;
İnsan nerede bir “direniş kültürü” ürettiyse, orada geliştiğini görürsünüz.
Kansız devrimlerin tarihidir o...
Tahrir Meydanı’ndan Bastille zindanlarına kadar açılan bir geçittir.
Berlin Duvarı’nı yeniden örmeye çalışan zihniyetlerin karşısındaki aykırı sestir.
İşte o geçitten bakınca bizdeki duruma;
Ben o derin kaybedişi görüyorum.
Nasıl mı?
Farklı düşüncenin, aykırı olmanın, keskin soru sormanın, bir hastalık gibi algılandığı bir dönemi hazırlıyor bu kaybediş.
İki kamptan hiçbirine ait olmayanın cüzamlı muamelesi gördüğü bir durumdur bu.
İşte Fenerbahçe ve Aziz Yıldırım...
Sorgu için sabaha kadar bekletilmesi. Objektifler, kameralar arasında, emniyet koridorlarında, polis arabalarında tutulması. Ve bu görüntülerin artık normalmiş gibi algılanması...
Ve o bilgi sızdırmalarla, halkın iki ayrı kampa dönüştürülmesi.
Soru sorma kültürünün iflası böyle başlıyor işte.
İşte Mustafa Balbay.
“Seçildi Meclis’e gelmeli” diyenlere, “Ergenekoncu” damgası vurulması.
“Ergenekon ciddi bir derin devlet örgütüdür” diyenlere karşı öteki kampın; “komplocu” yakıştırması.
Ve böylece kampların, soru sorma hakkını tüketip, “direniş kültürü”nü işgali...
Üniversitelerin sessiz bir “memur kürsüsü”ne dönüşmesi.
Sokaklarda protesto hakkını kullanmak isteyen gençlerin, işçilerin, eşcinsellerin “habis bir ur” muamelesi görmesi.
Bütün bunlardır işte direniş kültürünün kaybedilişi.
Şehirlerin hâlâ atanmış valilerle yönetildiği bir dönemde, sokaktaki direniş kültürünün tek alternatifi “biber gazı”ndan başka ne olabilir ki...
Sürekli olarak aynı soruların püskürtüldüğü bir “medyatik arazöz” karşısında cevapların ne önemi kalabilir ki...
İşte bu yüzden aykırı ve özgür soruları özlüyorum ben.
Üniversitelerdeki şehvetli çıkışları, savcı sorguları yerine, özgür kürsülerin bilimsel sorularını özlüyorum.
Mesela kalbinde volkanik işaretler taşıyan bir gencin, içindeki yeni dünyayı, bizim eskittiğimiz dünyaya doğru en yüksek sesiyle bağırabilmesini istiyorum.
Çok şey mi istiyorum?
Paylaş