Paylaş
Derinliği vardır.
Önü arkası ve hatta geçmişi vardır.
En azından derinlemesine bir kuşku yaratmıştır.
Alman basını hâlâ bu derinlemesine kuşkuyu tartışıyor.
Hürriyet’in verdiği ilk gün refleksi. Tam sayfa, “Niye?” diye sorması...
Ve hatta “Türkler istenmiyor” manşetini Almanca atması bir kıvılcım olmuştur.
Almanya’nın en çok satan Bild gazetesinden en ciddi dergilerinden birisi olan Der Spiegel’e kadar birçok gazete Hürriyet’in Almanca manşetini sayfalarına taşıdı.
Almanya’nın en çok izlenen TV kanalları ARD, ZDF, Hürriyet’in birinci sayfasını ilk haber yaptılar. Dakikalarca gösterip üzerinde konuştular.
İnanın bunları övünmek için yazmıyorum.
Yalnızca medyatik refleksin nasıl bir dayanışmaya dönüşebileceğini anlatmaya çalışıyorum.
Üstelik bu ırkçı çete, Almanlarla Türkler arasında suni bir savaşı körüklemek için bu eylemleri yapmıştır.
Ve işte bu ırkçı çete cinayetlerine karşı böyle bir dava öncesinde böyle bir dayanışma çıkması unutulmaması gereken bir durumdur.
Mahkeme bu kararıyla artık, salona değil, vicdanlara kurulmuştur.
Özelliği de şudur:
Türklerin Almanya’daki iki dilli hayatı, medyatik bir refleksle dayanışmaya dönüştürülmüştür.
Bu dayanışmaya aşırı ulusalcılar dışında tüm siyasi partiler, hukuk çevreleri, sivil toplum kuruluşları destek vermiştir.
Peki acaba bundan bir ders çıkarabilir miyiz?
Türkiye’de yaşadığımız süreçten söz ediyorum.
Türklerle Kürtleri benzeri bir suni savaşın içine çekmek isteyenlere karşı...
Bizim basın için Almanya’daki bu iki dilli dayanışma iyi bir örnek değil midir?
Nasıl tarif edilebilir bu dayanışma?
Bunun adı karşılıklı hassasiyetlerin anlaşılmasıdır.
Bunun adı birbirine saygı duymaktır.
Bunun adı herkesin bulunduğu yerden ötekinin bulunduğu yere aynı hassasiyetle bakabilmesidir.
Bunun adı, en önemli ortak değerimiz olan insanlığın öne çıkarılmasıdır.
‘BERLİN’DE HÂKİMLER VAR’
Mahkemeye dönersek...
Görünen odur ki, mahkemenin Türk basınını salona almama kararı öyle bir-iki manşetle, bir-iki yazıyla geçiştirilebilecek bir karar değildir.
Biz de zaten öyle yapmıyoruz.
Öldürülen o insanların fotoğraflarını birer hafıza kartı gibi zihinlerimizde tutuyoruz.
Ve son olarak şu hikâyeyi hatırlatıyoruz:
TRT’ye Talat Paşa belgeselini yapmak için Almanya Potsdam’a gitmiştim.
Konuşmalar tam böyle olmasa da hikâye oradan gelmektedir.
“Almanya’nın en büyük hükümdarlarından (Büyük) Fredrich, Potsdam’da Sanssoucis sarayını yaptırmaktadır. Ancak arazinin içinde bir değirmen vardır. Bu yüzden saray inşaatı durmuştur. Çünkü değirmenin sahibi köylü kadın hiçbir para teklifini kabul etmemektedir.
Sonunda kral kadını getirtir ve aralarında şu konuşma geçer:
Kral: İstediğin parayı vereceğiz. Neden hâlâ direniyorsun?
Değirmenci kadın: Satmak istemiyorum. Çünkü o bana atalarımdan kaldı.
Kral: Sarayın inşaatını görüyorsun. Bu yapılacak bir kere. Eğer satmazsan zorla alırız...
Kadın: Hükümdarsınız, alırsınız belki ama Berlin’de de yargıçlar var.”
Bugün Potsdam’da Sanssoucis sarayını gezmeye gidenler bilir.
O değirmen hâlâ oradadır.
Üstelik bugün artık un değil, Alman geleneğindeki adaletin hafızasını üretmektedir.
Paylaş