Bu kararı bekliyordum

15 gün önce Van Depremi ile evsiz kalanlar için;

Çadırdaki özellikle kadınlar, çocuklar ve yaşlılar için;

Haberin Devamı

Demiştim ki:
“Lütfen Van’daki bu çocuklarımızı Ege’deki, Akdeniz’deki, devletin tatil kamplarına taşıyın ve bu ıstırabı bitirin.”
Olay basitti...
Üstelik 400 bin kişinin evsiz kaldığı Japonya’da da uygulanmıştı.
Devletin o kamu kampları yalnızca tatil için değil, acil ihtiyaç için de kullanılabilir.
Önerim buydu.
Ve şimdi ben Estonya’da Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’ın yaptığı açıklamayı dinliyorum.
Van’daki kardeşlerimiz ılıman şehirlerimizdeki kamu kamplarına yerleştiriliyor.
Bir ülke ve bir millet doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine birbirine nasıl sahip çıkacağını bundan daha güzel nasıl gösterebilir.
Keşke ben bunu yazmadan, Hürriyet Web TV’de görüntülü olarak açıklamadan önce bu karar alınsaydı.
Gecikmiş de olsa kutluyorum.

FATİH ÇEKİRGE'NİN ÇAĞRISI / WEB TV

İKİNCİ YAZI
En arka sıradan kalkan o parmak

Kırk yıllık Avrupa Birliği yolculuğumuzun belki de en ilginç sorusunu Brüksel’de buluyorum...
Yani Avrupa Birliği’nin ana karargahında.
Sessiz, soluk ve giderek yaşlanan, saçları ağaran o mutedil başkentte.
İşte üniversite amfisinin en arka sırasından kalkan o parmak soruyor:
“Sayın Bakan, Avrupa’nın durumunu görüyorsunuz. Ekonomik ve sosyal olarak teker teker çöküyor. Yunanistan, İtalya, İspanya, Portekiz... Almanya artık taşıyamıyor. Bu durumda siz hala neden çöken bir AB’ye girmek istiyorsunuz. Bu ısrar neden?”
Bakan Egemen Bağış bu soruya çok uzun ve anlamlı bir cevap veriyor.
Cevabın özeti şu:
“AB konjonktürel bir süreç değildir, stratejik bir barış ve kültür projesidir.”
Ama ben şimdi cevaptan çok soruyla ilgiliyim...
Çünkü bu soruyu, saçları ağaran o başkentin gencecik pırıl pırıl bir yüzü soruyor...
Sevgi Kaymakçıoğlu.
Orada hukuk eğitimi gören bir Türk kızı.
Sevgi’yle toplantıdan sonra kısa bir sohbet yapıyoruz.
Eğitimine Chicago’da başlamış, Brüksel’de tamamlıyor.
Yani bir “sınır ötesi dünya vatandaşı”.
Onunla konuşurken İngiltere’de hukuk eğitimi gören kızım Eylül geliyor gözlerimin önüne.
Diyorum ki:
“Sevgi ne kadar ilginç bir soru sordun. Biliyor musun ki bu soruyu Türkiye’de soran belki de milyonlarca ses var.”
Sevgi gülerek cevap veriyor:
“Bu soru artık buralarda da soruluyor.”
İşte bu söz bir çilingir gibi çalışıyor zihnimde.
Ve uzun süredir etrafında dolaştığım, kenarında gezdiğim ama bir türlü içimdeki aynaya yansıtamadığım o esrarengiz kapıyı açıveriyor.
O ağır kapıyı açabilmek için içimdeki anahtarı döndüren soru şu:
“Neden kırk yıldır bir (girme psikolojisi) ile Avrupa Birliği’ne bakıyoruz?”
Oysa o Avrupalı gençlerle birlikte oturan, sorgulayan, kışkırtan, araştıran Sevgi’yi görünce aslında girmek değil;
Zaten içinde olduğumuzu Avrupa’ya hatırlatmak gerekmiyor mu artık?
Sevgi’ye sordum:
“Okulu bitirince Türkiye’ye dönüyor musun?”
Ama daha bu cümle ağzımdan çıkar çıkmaz ne kadar yanlış bir sorunun içine sıkıştığımızı da fark ettim.
Çünkü Sevgi zaten Avrupa’yı Türkiye’deymiş gibi yaşıyor.
Avrupalı bir Türk olarak.
O da zaten gülerek şöyle diyor:
“Bilmiyorum. Ama buralardayım. Türkiye’ye sürekli gelip gidiyorum.”
Buralar dediği yer, sınır ötesidir. Avrupa’dır.
İşte budur ihtiyacımız olan.
Avrupa Birliği’ne girmeye çalışan değil Avrupa’yı yaşayan Türkleri fark etmek.
Yani sınır ötesi hayatları, ufukları hissetmek.
Ama içeride birbirimize karşı o kadar çok kamplar yaratıp, barikatlar kurup, sınırlar koyuyoruz ki...
Dışarıdaki bu sınırötesi hayatları fark edemiyoruz.
İşte gencecik bir yüz.
Brüksel’de.
Avrupa Birliği fikrinin başkentinde soruyor, sorguluyor ve sınır ötesi bir geleceğe doğru gülümsüyor.
Brüksel’den Riga’ya oradan Estonya’ya geçtiğimde de aynı yüzleri ve soruları gördüm.
Avrupa’nın merkezinden, en uzak noktasındaki Baltık kıyılarına kadar gençlerin bakışlarında aynı soruyu buldum.
Türkiye, demokrasinin ve laikliğin Müslümanlıkla bir arada yaşayabileceği bir model olarak ‘Arap Baharı’na filiz veriyor.
Bunu Riga’daki bir çocuk biliyor.
Çünkü dünya artık bir internet coğrafyasıdır.
Herkesin herkese ulaşabileceği, her düşüncenin diğer düşünceyle karşı karşıya kalabileceği bir sınır ötesi bilgi ağına bağlanmıştır.
Gençliğimizin kütüphanesindeki kalın ve ağır ansiklopedilerin adı, artık Google’dır.
“Bak postacı geliyor” şarkısının yeniden bir başka notaya dönüştüğü yer Facebook’tur.
İşte bu yüzden Berlin’de bir üniversitede karşılaştığım bir sorunun cevabını;
Brüksel’de Sevgi Kaymakçıoğlu’ndan alabiliyorum.
Brüksel’de açılan bir parantezi;
Riga’daki üniversitenin kampüsünde gencecik bir Letonyalı sesle kapatabiliyorum.
İşte bu yüzden diyorum ki:
Türkiye içine düştüğü bu kırk yıllık “AB’ye girme” zihniyetinden artık kurtulmalıdır.
Zaten Avrupa’da olduğumuzu hatırlatmalıdır.
Çünkü artık sınır ötesi bir hayattayız.
Birbirimize karşı ne kadar “barikat” kurarsak;
O kadar “hakikat”ten uzaklaşıyoruz.
Çünkü içimizdeki barikatlar, dışımızdaki hakikatleri tıkıyor.
İşte bu nedenle diyorum ki:
Türkiye artık sınır ötesi askeri operasyonların değil;
Sınır ötesi sivil vizyonların, hayallerin ve gençlerin coğrafyası olmalıdır.

Yazarın Tüm Yazıları